Usta kalem Murat Gülsoy’un “Kıyamet Sonrası Olağan Bir Gün” adlı romanı, geçtiğimiz haftalarda Can Yayınları etiketiyle okurlarla buluştu.
Roman, belirsizliklerin ve zıtlıkların iç içe geçtiği bir anlatıyla, okuyucuyu kolektif hafızanın kaybolduğu, kıyamet sonrası bir dünyaya davet ediyor. Yer yer distopik ve ütopik öğeler barındıran bu eser, geçmişle şimdiyi harmanlayarak geleceği sorguluyor. İnsan ve insan dışı karakterlerin yer aldığı roman, diyaloglarla güçlendirilmiş ve çok katmanlı bir anlatım sunuyor. Modernizmin ve postmodernizmin temel meselelerini ele alarak okuyucularına yeni dünyayı sorgulama fırsatı tanıyor.
Kitaptan bir kesit:
Anlatıda çok sık karşımıza çıkan “göbek kordunu” kitapta ölümle yaşam arasına gönderme yapıyor. Gerçekte anne karnında bebeği besleyen bu kordon, kitapta yetişkin bir kadının bacak arasından sarkmaya devam ediyor. Yine bir diğer dikkat çeken metafor ise “zeytin ağacı yaprağı”. Ölümsüzlük ve dayanıklılık üzerinden okuma yapabileceğimiz gibi romandaki belirsiz zaman çizelgesinde umudun sürekliliğine, yeniden kalkmaya ve devam etmeye vurgu yapar. Bu iki metafor da okuyucuya yaşam döngüsü üzerinden ilişkilendirilebilir.
Geçmişin ve şimdinin gerçekliğiyle geleceğin ilginç ve distopik tahayyülü arasında gerçek bir türler arası yolculuk…
Kitaptan Sergiye, Bir Romanın Fırça İzleri: Kıyamet Sonrası Olağan Bir Gün
Roman okurla buluşmadan önce, Monday Art Collective sanatçıları Ayşenur Köksal, Işıl Güleçyüz ve Joel Menemşe tarafından okunarak resim betimlemelerine dönüştürüldü. Ortaya çıkan eserler, hem kitaba kapak oldu hem de Işık Gençoğlu küratörlüğünde, romanla aynı adı taşıyan bir sergiyle Istanbul Concept Studio’da sanatseverlerin beğenisine sunuldu.
Kıyamet Sonrası Olağan Bir Gün sergisi, 7 Aralık 2024’e kadar Concept Studio’da devam edecek.
“Kıyamet Sonrası Olağan Bir Gün” romanını ve sergiye konu olma sürecini usta kalem Murat Gülsoy ile konuştuk.
“Kıyamet Sonrası Olağan Bir Gün” okura nasıl bir dünya sunuyor? Kitaba konu olan dünya ile ne türden ilişkilisiniz?
Kitap, okuyucuyu zamansallığın anlamını yitirdiği, mekânsal sınırların silikleştiği, insanın hem bireysel hem kolektif hafızasının kaybolduğu bir dünyaya davet ediyor. Bu dünya sanırım geçtiğimiz pandemi döneminde deneyimlediğimiz kapanmanın zihnimdeki temsili. Tabii bunu yazdıktan sonra fark ettim. Pandemi sırasında yaşadığımız belirsizlik, dünyanın durmasının yarattığı güvensizlik ve tabii ölüm korkusu başat duygulardı. Öte yandan dünya durduğu için doğa kendini tamir etmeye başlamış tabiri caizse coşmuştu. İşte bu iki zıt etkiden doğdu bu roman. Kitaba konu olan dünya elbette son kertede kendi kaygılarımın, umutlarımın ve korkularımın bir yansıması.
Kıyamet sonrası bahsettiğiniz bu dünyada insan olmanın anlamı nasıl yeniden tanımlanabilir? Sizin tahayyülünüzde bu yeni dünya nasıl bir yer?
Bu romanın çizdiği yer yeni bir dünya ihtimali barındırmıyor bence. Yeniden tanımlanmanın, baştan başlamanın, yeni bir dünya inşa etmenin mümkün olmadığı bir an resmediliyor. Burası evreni başlatan büyük patlamanın bir benzerinin bu sefer her şeyi durdurmak için gerçekleştiği, dolayısıyla her şeyin, tüm kavramların boşlukta asılı kaldığı bir kâbus-mekân.
“Kıyamet Sonrası Olağan Bir Gün”den bahsederken türler arası bir kitap diyoruz. Bu noktada roman, modernistlerin anlayışı ile postmodernizm anlayışını nasıl uzlaştırıyor? Okuyucu için zorlayan anlamlandırma sorunu buradan çıkıyor olabilir mi?
Bu romanı yazdıkça bir dünyanın kurulduğunu gördüm. Kaotik bir yer olduğu besbelliydi. Belki bir ölçüde modernistlerin deneysel yıkıcılığıyla ilişkilendirilebilir. Belli bir anlamı inşa etmeye yönelik bir arayış yok bu sefer. Tam tersine, mevcut kavramların, duyguların, durumların çözülüp dağılması söz konusu. Okuyucu için zorlayıcı olan, belki de hikâyenin klasik bir çizgisel anlatıya direnmesidir. Sanki bu roman okurlardan bir “felaket sonrası olay yeri inceleme ekibi” gibi davranmasını talep ediyor. Parçalar birbiri ardına eklemlendikçe bu dünya hakkında bir duyguya sahip oluyoruz. Benim yazma sürecim de böyleydi.
Anıların yok olduğu, aynı güne uyanılan; zaman kavramının kalktığı, yaşamla ölümün iç içe geçtiği kıyamet sonrası günlerde geçen metinleri modern toplumların gelecek kaygılarıyla nasıl ilişkilendirebiliriz?
Günümüz insanı her düzeyde gelecek kaygısıyla iç içe yaşıyor. Gelir dağılımındaki korkunç eşitsizlik çok küçük bir azınlık dışındaki insanların neredeyse tümünü güvencesiz, kırılgan, kaygılı bir hale getirdi. Kimse gelecekten emin değil. Sadece kendi kişisel geleceğimizin dışında yaşadığımız ülkenin, dünyanın geleceğinden de endişe duyuyoruz. Küresel iklim krizi hepimizin varoluşunu tehdit ediyor. Neoliberal politikalar ekonomik çöküşü hızlandırıyor. Adalet kavramı nostaljik bir rüya gibi hızla solup gidiyor. Böyle bir ortamda üretilen sanat yapıtları da bu endişeleri kendilerine özgü biçimlerde yansıtıyorlar kuşkusuz. Benim bu kitabımda da yaşanan bu endişelerin kendi ruhsal coğrafyamdaki karşılığı var sanırım.
“(…) Hedefi olmayan bir duygu kalmış geride. Tüm yapraklarını dökmüş bir ağacın çıplak dallarından birine tünemiş bekliyorum. Bekleyebileceğim hiçbir şey olmadığını bilmeme rağmen bekliyorum. İstiyorum, bekliyorum. Benimle ilişkili hiçbir şeyin olmadığı bir yerdeyim. Üstelik başka bir yer de yok. Yine de o duygular var sanki… Duygu denir mi onlara? Neye ne deneceğini belirleyecek kimsenin olmadığı bir yerdeyim. Bir yerde miyim? Zamandan ve mekândan kurtuldum, böyle bir haldeyim. O halde neden sonsuz bir keder içindeyim? Keder mi bu hissettiğim? Yoksa özgürlük mü? Ağacın kuru dallarını tırnaklarımla kazıyorum. Kolaylıkla liflerine ayrılıyor. Her şey yok olmaya o kadar hazır ki… Son darbeyi indirecek bir iradenin yokluğu sorun (…)”
KARGA
Kitaptan sergiye dönüşüm fikri nasıl doğdu? Bir yazar olarak serginin ana konusunun kitabınız olması ne ifade ediyor?
Birlikte iş üretmeyi seven Işıl Güleçyüz, Joel Menemşe ve Ayşenur Köksal’dan oluşan Monday Art Collective ile yollarımız 2023 yazında kesişti. İkisi bu yıl benim resim hocalarım oldular. O sırada neden ortak bir iş yapmıyoruz teklifi onlardan geldi. Daha önce de bir kitaptan hareketle sergi hazırlama düşünceleri varmış. Ben de henüz yayımlanmamış bu kitabımı verdim onlara. Kitap bana kimi vizyonlar halinde gelmişti. Dolayısıyla çok görseldi. Metnin resimlere nasıl ilham vereceğini çok merak ediyordum. Bu şekilde kitap ile sergi aynı anda okurlarla buluştu.
Sergide yer alan görsel veya mekânsal ögeler, hayal ettiğiniz unsurlarla ne kadar örtüştü? Beklenmedik bir şekilde sizi şaşırtan betimlemeler oldu mu?
Edebiyat metinleri insanların zihninde son derece öznel bir biçimde yeniden kurulur. Bu kurulan dünyalar hem yazarın hem de okurundur. Melezdir. Monday Art Collective ressamları ise okur olmanın ötesine geçtiler. Yani amaçları benim metnimi görselleştirmek değildi; kendi zihinlerinde canlanan dünyayı kendi sanatsal yaratıcılıklarıyla ifade etmekti. Bunu da birbirlerinin yapıtlarıyla konuşarak, birlikte üreterek başardılar. Çalışmaların hepsi hem tanıdıktı hem de yeniydi benim için…
Sergiye konu olan kitabın yazarı olarak süreçte ne kadar aktif bir rol oynadınız? Sergiye uyarlanma sırasında bir danışmanlık yaptınız mı, yoksa tamamen küratör ve ressamların iş birliğine mi dayalı?
Aslında süreç boyunca yanlarındaydım. Her hafta resim öğrenmeye gidiyordum atölyeye. Üç parçadan oluşan ana eserin yapımını hafta hafta izledim. Onların metinle ilgili soruları olduğu zaman yanıtladım ama imgelerine, kompozisyonlarına, ifadelerine karışmak aklımın ucundan geçmedi. Tam tersine resim tamamlandıktan sonra benim romana eklediğim bir kısım oldu resimlerden ilhamla. Böylece iki çalışma arasında disiplinler arası bir geçiş oldu.
Sergi, kitabın mesajını güçlendirdi mi yoksa ona yeni bir boyut mu kazandırdı? Kitabın okuyucuda yaratmak istediği duygu ile serginin ziyaretçide uyandırdığı duygu arasında bir paralellik var mı?
Sergi, kitabın etkisini güçlendirdi bence. Aynı zamanda ona yeni bir katman da eklemiş oldu. Kitap daha kişisel bir deneyim sunarken, sergi toplu bir deneyim alanı yarattı. Bu bence önemli. Yazar arkadaşım Ayfer Tunç sergiyi gezdikten sonra “bu kitapla ne yapmaya çalıştığını daha iyi anladım” dedi örneğin. Ben de sergi fikriyle birlikte kitabın tamamlandığını düşünüyordum ki Ayfer’in bu yorumu bu düşüncemi destekler nitelikte.
Son sorum yazı ve resim ilişkisi üzerine olsun istiyorum.
Yazı ve resmi nasıl ilişkilendiriyorsunuz? Edebiyatın resimle ilişkisi nedir?
Ben edebiyatın, özellikle hikâye anlatan kurmaca yapıtların, temelde kelimelerle resim yaptığını düşünüyorum. Bir dünya kuruyoruz, bir uzam yaratıyoruz. İçinde iradi varlıkların hareketlerini izliyoruz. Ama bu sadece belgesel bir bilgi edinmenin ötesinde, kişisel deneyime ortak olmakla ilgili bir duygu veriyor. Bunu olabilmesi için de o dünyanın içine girebilmeliyiz. Dilin duyularımızı harekete geçiren özellikleri sayesinde o kurmaca dünyanın içine girilebilir üç boyutlu bir resmini yapıyoruz. Böylelikle kişisel olanın öznel tarihini yazabiliyoruz, kaydını tutabiliyoruz. Resim sanatı da çok benzer bir işi görsel imkanlardan yararlanarak yapar. İki sanatın da birbirinden etkilendiklerini, zaman zaman kesiştiklerini, zaman zamansa kendi ufuklarına çekildiklerini ve böylece bizi yeni teknik arayışlara yönelttiklerini söyleyebilirim.