Burak Özdemir, sanatını dünyayı ilgilendiren değişik konularla ilişkilendirdiği farklı projeleriyle dikkat çekici bir müzisyen. Besteci, fagot sanatçısı ve orkestra şefi olan Özdemir ile projeleri üzerinden bir sohbet gerçekleştirdik, keyifle okumanızı dilerim.
Müzisyen bir aileden geliyorsunuz. Babanız besteci ve piyanist Cengiz Özdemir. Mesleğinizi seçmenizde müzik ortamında büyümenizin mutlaka etkisi olmuştur diye düşünmekle birlikte, babanızın da müzisyen olmasının avantaj ve varsa dezavantajlarını sizden öğrenebilir miyiz?
Çocuklarını ta bebeklikten itibaren kültür ve sanat ile iletişime geçiren bir ebeveynin dezavantajı olabileceğine inanmıyorum. Babam hep caz dinlerdi, bu da beni çok etkiledi. Çocukluğumda annemle babamın her şeyi müzik eşliğinde yaptığını hatırlıyorum. Yemek, içmek, kitap okumak, seyahat etmek hep müzik dinleyerek yaşıyorduk. Evimize sık sık ailemin sanatçı dostları gelir giderlerdi. Çok küçükken bile babamın konserlerine götürülürdüm, kulislerde uyurdum. Konser telaşı, sahne hazırlığı, konserin coşkusu, beni küçükken heyecanlandırırdı. Bu kadar yoğun şekilde müzik ile iç içe büyüyünce, bambaşka bir alanda eğitim almak, hiç fikrim olmayan bir meslek seçmek, bana başka bir gezegende yasamak gibi geliyordu. Doktor olmak, avukat olmak için sanki önce Jüpiter’e yerleşmek gerekiyordu. Müzik ile iç içe yasamak bana Dünya’nın neresinde olursam olayım evimde olma hissini veriyor.
Müzikal kariyerinizde barok müziğe olan ilginizin kaynağı nedir ve bu müzik türünü modern çağa uyarlama süreciniz nasıl gelişti?
Barok müziğe olan ilgim enstrümanım dolayısı ile gelişti. Fagot 17. yüzyılda icat edilmiş ve o dönemin müziğinde büyük rol oynayan bir enstrüman. Barok dönemin müziğini 21. yüzyılın modern fagotu ile seslendirmek bana doğal gelmiyordu. Modern fagotun boğuk bir tınısı var, 20nün üzerinde perdesi var ve sanki bu perdeler ile barok müzik çalındığında bana yardım etmektense engel oluyorlar gibi hissetmeye başladım. Tarihi dönem enstrümanları ile müzik yapmaya ilgim lisede yıllarında doğdu ve İstanbul Konservatuarı’ndan mezun olduktan sonra, barok dönem müziği eğitimi almaya karar verdim ve Asim Kocabıyık vakfının desteği ile Berlin sanat üniversitesinde okudum. Elektronik müziğe olan tutkum, klasik müzik eğitimim ile hep paralel gitti. 11 yaşımda hobi olarak elektronik müzik yazmaya başladım. Babamın bana hediye ettiği bir bilgisayarda ‘Q-base’ adlı bir müzik programı yüklüydü. Ortaokul yıllarında gece gündüz deneysel müzikler yazıyordum ve bu elektronik müziğin üzerine fagotum ile doğaçlama çalıyordum. Bir noktada elektronik ile klasiğin yolları kesişti ve 2005 yılında fagot ile elektronik müziği birleştiren ‘Vintage Keys’ isimli projem ile İstanbul caz festivalinde sahne aldım. Elektronik müzik üzerine de eğitim almaya karar verdim. Yine Asim Kocabıyık vakfı yardımıyla Juilliard School’da elektronik müzik, kompozisyon ve erken dönem müziği okudum. New York’ta eserlerime barok tınıları yerleştirmeye ve 17. yüzyılın enstrümanlarını kullanmaya odaklandım. Ortaya çıkan sonucun benzeri olmayan bir sentez olması beni derinden etkiliyordu. Bu sentez üzerine olan çalışmalar uzun yıllardır beni heyecanlandırmaya devam ediyor.
Musica Sequenza’nın kuruluşundan bu yana geçen süreçte, kültürlerarası bir sanatçı hareketi geliştirirken zorluklarla karşılaştınız mı? Klasik yapıdaki dinleyiciler elektronik ile barok müziğin buluşmasını sizce nasıl karşılıyor?
Hepsi farklı uluslardan olan müzisyenler, dışarı çıkıp müziği paylaşan elçiler gibidir. Bu tıpkı bir bitkinin tohumlarının rüzgarla hareket edip farklı yerlere gitmesi gibidir, böylece bitkiler çoğalır. Musica Sequenza’nın bünyesinde Kore, Japonya, Çin, Bulgaristan, Finlandiya, Almanya, Avustralya, Meksika, Hollanda ve Almanya’dan olmak üzere sanatçılar yer alıyor. Farklı kültürlerden insanların birbirleriyle nasıl anlaştıklarını ve bir kolektif içinde nasıl hareket ettiklerini görmeyi ilginç buluyorum. Bu, hiçbir kelimesini bilmeseniz de, yine de iletişim kurabildiğiniz bir dili konuşmak gibidir. Dünya çapında gösterdiğimiz halihazırda pek çok kültürler arası projemiz var. Temel olarak kültürleri buluşturmak için çalışıyoruz. Eserlerimi yazarken ya da sahnede canlı yorumlarken diğer insanları tatmin edememe endişesi yaşamıyorum, aksine benim için kendi duymak istediğim şekilde yazmak ve seslendirmek önemli. Aksi taktirde kendi müziğimle barışık olmam mümkün olmaz. Kuruluşumuzdan bu yana Dünya basınından aldığımız övgüler, önde gelen festivallere ve konser salonlarına davet edilmemiz, konserlere gösterilen yoğun ilgi ve coşkulu geçmesi bana izlediğimiz rotanın doğru olduğunu hissettiriyor.
Yine Elektro-Barok tarzındaki eserlerinizden bahsedecek olursak, 18. yüzyıl enstrümanlarıyla elektronik müziği birleştirmenin size sağladığı yaratıcı özgürlük hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Şu an Dünya’da 82 milyondan fazla şarkı var ve buna her gün 600 bin tane daha ekleniyor. Bu rakamlara klasik müzik repertuvarı dahil bile değil. Popüler kültürde eserlerin çoğu birbirine benziyor. Pek çok besteci birbirinden esinlenmenin ötesine geçiyor, adeta birbirini kopyalıyor. Kışkırtıcı klipler ve vücut teşhiri ile müzik satılıyor. En baştan çıkarıcı klip en fazla dakika izleniyor. En erotik şarkı sözü en fazla konuşuluyor. Az da olsa başkalarına odaklanmadan, stüdyoya kapanıp, izole bir şekilde müzik yazan sanatçılar da halen var, işte bu süreç bana iyileştirici geliyor. Ruhun stüdyoda özgür bırakılması gerekir. Sahneye çıkmak için sadece dekolte yetmez, paylaşmaya değer bir fikriniz olmalı.
“Atlas Passion” projesinde dinler arası bir oratoryo oluştururken eseri dört farklı dilde bestelemenizin nedeni dinlerin anadillerine yaklaşmak mıydı?
Atlas Passion, Johann Sebastian Bach’in müziklerini temel alan ve dinler arası kardeşlik kuran bir barış eseri. Monoteistik dinlerin kutsal kitaplarının yazıldığı kesitleri kendi orijinal lisanlarında tutmaya özen gösterdim. Oldukça melodik ve inanılmaz güzel lisanlar bunlar. İsviçre’deki Schaffhausen şehir tiyatroları direktörü Jens Lampater’in siparişi üzerine hazırladığımız eserin 2018’de Dünya prömiyerini gösterdik. Atlas Passion benim için oldukça değerli bir eser. Gerçekten güzel bulduğum şey bu eserde herkesin aynı ve eşit olması. 100 sanatçıdan oluşan kadrosunda herkes aynı başlangıç noktasına ve aynı büyüklükte açık alana sahip. Solistler, müzisyenler, dansçılar ve koro arasında lider yok ve roller her zaman değişiyor. Grubun bu rollere aktif olarak yanıt vermesini arzu ettim. Herkes önderlik etse, tek boyutlu, birleşik bir toplum içinde olursunuz. Topluluklar farklılık varsa güzeldir. Disiplinler arası çalışmalarımda Atlas Passion bana dışa vurumun gücünü gösteren yüce bir eğitmenim oldu.
“Transmute” projesi, nükleer silahların kaldırılması kampanyası ICAN tarafından sipariş edilmiş. Ve bu projeniz doğaçlama ağırlıklı bir proje dizisi… Projenizin müzikal açıdan özelliğini anlatabilir misiniz?
Transmute’da müzisyenlerin konser öncesi iletişim yasağı var. Projede yer alan müzisyenlerle direk konser anında, sahnede buluşuyoruz. Öncesinde hiç prova yapmıyoruz, müzikal hiçbir konuyu önceden belirlemiyoruz. Proje hakkında birbirimizle konuşmuyoruz. Tamamen doğaçlama üzerine bir performans eseri. Elektroniklerini önceden kendim yazıyorum ve canlı enstrümanlar ile doğaçlama için bir altyapı olarak kullanıyorum. Bu eseri ucu açık bir platform olarak düşünebiliriz. Hiçbir performans bir diğerine benzemiyor. Hiçbir konser diğerinin benzeri olmuyor. Katılan her bir sanatçı sahneye kendinden bir şeyler getiriyor ve diğerleri ile paylaşıyor. Konserin görselleri de müzisyenlerin doğaçlamalarına esin kaynağı oluyor ve gecenin atmosferini belirliyor. Doğaçlama yaparken izleyici ile aynı mekânda olmak harika bir duygu. Canlı müzikte ve dans halinde, kalp atışı normalden daha hızlıdır. Seyirci için kalp atışı müzikte bir vuruş gibi hissedilir, bu da seyirciler ve müzisyenler arasında güzel bir iletişim yaratır. Bu eserde müzisyenler bir nevi transa giriyorlar, bu da izleyiciye yansıyor ve performans bittiginde birlikte uyanıyoruz.
Yine “Transmute” projeniz ile devam edecek olursam; 2014’te prömiyer, Almanya’daki nükleer santrallerin kapatılmasına ilişkin tartışmaların bir parçası olarak, Berlin trafosunda gerçekleşmiş. Devamı gelecek mi?
Transmute eserinin yıllar içerisinde önemli adımları oldu. Serinin su ana kadar yazdığım dört bölümü var. İlk bölüm‚ Zero Gravity‘ Almanya’daki nükleer santrallerin kapatılması tartışmalarından doğdu. Berlin enerji trafosunda görkemli bir performanstı. İkinci bölüm‚ Honey, where are my keys?’ Berlin Bienali’nin siparişi üzerine yazdım ve canlı performansı Konzerthaus Berlin’de gerçekleşti. Üçüncü bölüm ‘Paper covers Rock’ koreograf arkadaşım Sasha Waltz sipariş etti. Suriye savaşı göçmenleri adına çok lisanlı bir festival tasarlamıştık ve Transmute’un bu bölümünü Radial System’de birlikte gösterdik. Basın ve ifade özgürlüklerini ele alan yine güçlü bir performans. Dördüncü ve son bölümü Unreif’i ise doğu Berlin’deki gece kulübü Berghain siparişi üzerine yazdım ve yine Berghain’da sahneledik.
“Sohbet I Korero” projesi, sanat ve müzik arasında deneysel bir diyalog sağlamış. Bu projenin izleyiciye iletmek istediği ana mesajdan bahsedebilir misiniz?
Her zaman rol modelim olarak görsel sanatı seçtim. Belki de ergenlik çağında görsel sanat yapmak istediğimden dolayı, görsel sanatçılar ve mimarlarla çalışmak gibi, görsellik benim için her zaman önemliydi. Elbette çok ilham verici bulduğum işler de vardı; örneğin 1960’ların Amerikalı ve İskandinav görsel sanatçıları, bestecileri ve mimarları. Görsel sanatın öne çıktığı müzikal projeler çalışma hayatımda ön sıralarda yer alıyor. Korero’nun proje fikri Pera Müzesi’nde çalışan küratör arkadaşım Ulya Soley’den çıktı. Müze koleksiyonundaki eserlere çağdaş bir bakış açısı getirmeyi hedefliyordu. Korero bizim için yeni bir kapı açtı. Sergideki tablolara müziğim ile yaklaşmayı denedim. Her tablo için elektro-akustik bir eser yazdım. Tablolara ses vermektense müziğimde bu tabloları yeniden yaratmayı denedim. Dinleyiciler bu konseri karanlıkta dinlediler. Konser sonrası, müziğime esin kaynağı olan bu tablolara ışık tuttuk ve sessizlik eşliğinde ziyaretçilere sunduk. Sessizliği de ses kadar seviyorum; ikisine de ihtiyacımız var. Sessizliğin ses hissini güçlendirdiğini ve farkındalığımızı artırdığını düşünüyorum. Sessizlik ortaya çıktığında seyircinin daha iyi konsantre olduğunu ve kendisinin farkına vardığını hissediyorum. Sessizlik bazen çok yüzleştirici olabiliyor çünkü sadece birbirinizi, mekânın nefesini ve performansı duymuyorsunuz, aynı zamanda halkın seslerini de duyuyorsunuz. Sessizlik utanç verici olabilir ama bizi bir şekilde birbirimize bağlar. Hiçbir şeyi örtbas edemeyiz sessizlikte.
Müzikal kariyeriniz boyunca birçok farklı sanatçı ve kuruluşla iş birliği yaptığınızı görüyoruz. Bu iş birlikleri size en çok neyi öğretti ve sizde nasıl bir etki bıraktı?
Bu ilginç bir soru. Bir gruba yeni insanların gelmesi her zaman zorlayıcıdır; müzisyenleri esnek olmaya zorlar. Zihin ve bedenin elastik olması gerekir. Sorumluluk ve özgürlük benim çok ilgilendiğim iki konu, çünkü birey ile kolektif arasındaki ilişkim bunları dengelersem mümkün oluyor. Besteci, şef ve fagot sanatçısı olarak bireysel bir kimliğim var. Ancak Musica Sequenza olarak bir araya geldiğimizde, ya da diğer kolektiflerle bir arada çalıştığımızda farklı dinamikler söz konusu. Ortak çalıştığınız insanların ihtiyaçlarını dikkate alırsanız sanatınızda daha özgür olabilirsiniz. Bana göre iyi işleyen bir grup böyle dengede olmalı. Ortak çalışmalar bana sanat eserlerinin kendi kimliklerini bulmaları ve kendi ayakları üzerinde yürümeleri gerektiğini öğretti. Bir eser yazmaya baslarken kafamızda bazı fikirler şekilleniyor. Ancak sahnelenene kadar pek çok evreden geçiyoruz. Bu yaratıcı süreçte doğru ortaklıklar kurulduğunda diğer sanatçıların esere olan katkıları bizi endişelendirmez, aksine heyecanlandırır. Eserlerin bu şekilde daha derin boyutlar kazanabildiğine inanıyorum. Çoğunlukla dansçılarla yakından çalışıyorum ve işleyişe pek fazla önem vermiyorum. Aksine her zaman yeni metotlar geliştirmek gerekli. Bazı özel durumlarda gerçekten eserin ruhunu bir bütün olarak paylaşıyoruz. O noktada eser bizleri birbirimize kilitleyen bir araca dönüşüyor.
Tüm bu çalışmalarınız yanında diskografinizde “Film Müziği” alanı da önemli bir yer taşıyor. Bu çalışmalarınızdan bahsedebilir misiniz?
Uzmanlığım opera, tiyatro ve performans alanlarında. Sinema ve film müziği ile çok sık iletişim kurmuyorum. Ancak pek çok yönetmen arkadaşım, müziğimin sinematik bir kalitesi olduğunun altını çiziyorlar. Bu, sanıyorum müziğimde mimariye ve atmosfere verdiğim önemden kaynaklanıyor. Karim Ainouz ve Aslı Özge gibi yönetmenler filmlerinde müziği dikkatli kullanıyorlar. Bu gibi yönetmenlerle çalışırken müziğe bir kameraman gibi yaklaşmak gerekli. Kamera ile hangi duyguyu yakalamak istediğiniz önemli, çünkü müzik, senaryonun anlatımında baskın bir rol oynuyor. Müziğin filmin önüne geçmesini doğru bulmuyorum. Balans, film müziğinde kuşkusuz en hassas unsur. Dram bir sahnede hüzünlü bir müzik, ya da mutlu bir sahnede mutlu bir müzik kullanmak, bana kolaya kaçmak gibi geliyor. Seyirci bundan çok daha fazlasını hakkediyor. Bazen mükemmel bir balans yakalanıyor: salonda o sahneyi izleyenlerin bazıları hüzünleniyor, bazıları gülüyor, bazıları da ne gülecek ne de ağlayacak bir şey göremiyor. Film müziğinin büyüsü işte o anlarda ortaya çıkıyor.
Sanatın bir kolu olan müzikle dünyasal birçok konuyu / olayı aktardığınız görüyoruz. Sanat ve dünyada gelişen her şey arasındaki ilişkiyi siz nasıl tanımlarsınız ve eserlerinizde bu ilişkiyi kullanacağınız başka ögeler var mı gelecekteki projeleriniz arasında bize aktarabileceğiniz?
Günlük hayatım ile müziğim arasında kilometrelerce mesafe yok. Elbette yaşadıklarım düşüncelerimi etkiliyor ve bu da müziğime yansıyor. Karantina o kadar gri, o kadar depresifti ki, bize yaşam sevincini, bedenlerimizde olma ve birbirimizle birlikte olma hissini hatırlatacak, olumlu ve canlandırıcı eserler yaratmaya ihtiyacım oluştu. Şu an yaşadığımız krizlerde de bu ihtiyacı derinden hissediyorum. Uzun zamandır disiplinler arası çalışmalara ve performansta yeni lisanlar geliştirmeye odaklı çalışıyorum. Fagot sanatçısı olarak ne kadar dans edebileceğimi, mitolojik karakterler üzerine yazdığım eserlerde, sahnede bu karakterlere ne kadar bürünebileceğimi test ediyorum. Her projede kendimi sınıyorum. Topluluklarla ve disiplinler arası çalışmalara gelecekte de devam edeceğiz. Händel’in operalarindan oluşturduğumuz konser serisi ‘Amour Fou’, ‘Sampling Baroque’ projesinin üçüncü bölümü Purcell, Akdeniz ülkelerinin tarihi müziklerini buluşturan performans eseri ‘Interminata’ gibi pek çok yeni projemizin yakın gelecekte temsillerini gerçekleştireceğiz. Hayatı ve insanlar ile iletişimde olmayı kutlamaya devam edebilmek istiyorum. Müzik bana her gün hayatta kalmanın ne kadar değerli olduğunu hatırlatıyor.
[…] sponsorluğunda düzenlenen 52. İstanbul Müzik Festivali, Musica Sequenza grubunun kurucusu Burak Özdemir’in katılımıyla gerçekleşecek. Özdemir, 24 Mayıs Cuma akşamı grubu Musica Sequenza ile […]