Geçtiğimiz hafta hepimiz takip ettik, muhalefet kanadında yaşanan ani çıkışları. Merak etmeyin siyasi bir yazı değil bu, sadece bir örnekleme yapmak istiyorum, bu örneği de gönül rahatlığıyla yapıyorum, çünkü ülkece takip etmeme şansımız olan tek şey siyaset. 🙂
Evet muhalefet kanadından ayrılma noktasına gelen bir lider, ertesi gün kendini şu sözlerle savundu, “Yalan söylüyorsam, evimi taşlasınlar.” Yıl 2023 ve doğru söylediğini ispatlamaya çalışan bir lider, sanki ortaçağda yaşamakta ve doğruluğunu o dönemin koşullarıyla ispatlamaktaydı. Ortaçağ ki farklı mezhepten olanın, farklı düşünceden, ırktan olanın evinin damga yediği süreçler geldi gözümün önüne. Bir çok danışmanın, farklı kanaat önderlerinin yer aldığı bir partide lider çıkıp, bu cümleleri kurabiliyorsa, halkta bunun mutlaka bir kaşlığı olmalıydı. Teknolojik anlamda XXI. yüzyıla taşınmış olsak da, mental olarak geçmişten getirdiğimiz marazları, hala tam anlamıyla tedavi edememiş olmanın ifadesiydi bu.
Birçok meslektaşım yas süreçlerinde müziğin cezalandırılması anlamında yazılar kaleme aldılar, ben bu gerçeği Ortaçağ zihniyetinin uzantısı olarak görüyorum. Bilim adamları deprem sonrası olduğu için medyada yerlerini aldılar, deprem öncesi dinlenmedikleri için bugün sürekli onları dinleyebiliyoruz, onlar süreçle ilgili mimari hataların altını çiziyorlar, müteahhitlerin kazanç yoluna gitme amaçlı inşaat kalitesinden çaldıkları gerçeğinin altını çiziyorlar, yaklaşık 25 yıldır bu bariz hata görünüyor, ama göz yumuluyor ve hep ne yaşanıyor, kurban arayışı ve kesimi gerçekleşiyor. Evladını kurban vermektense küçük ve büyük baş hayvanı kurban etmek gibi aynı. Kazanç gelecek yeri kimse ellemiyor, ama müzisyen hemen hedefe alınıyor, kurban yine o seçiliyor. Zaten aktif çalışıp evine ekmek götüren müzisyen sayısı belli, müzisyenler üzerinden gelen bir rant da yok. Bir de “bunlar eğlendiriyor.” zekası ve yaftası da var, bir nevi günaha çağırıyoruz… Daha ötesinde iktidara yanaşık düzen çalışanlar harici, sanatçı kimlikleriyle “KRAL ÇIPLAK” diye de ağır ağır bağırıyoruz. 50 bine yaklaşan kaybına rağmen sistemini istifa kaybı bile yaşamadan yürütenler, tabi ki kurban olarak biz müzisyenleri tayin ediyorlar.
Siyaset şu terimi çok kullanır oldu, “algı operasyonu”. Bizim günah keçisi olma yolumuzda en büyük emeği masal yazarı La Fontaine vermiştir. Halk karıncadır, deli gibi çalışan, yaz kış oturmak bilmeyen, müzisyen ise kışın gelişini umursamayan tembel ağustos böceği. Bu yafta milyonlarca kişinin beynine çocuk yaşta kazınmıştır, temizlenmesi de bence imkansız.
Temizlenebilmesi için gereken sanat aşkının verilmesidir, ilk ve orta dereceli okullarda blok flüt sözde eğitimi kaldırılmalı, yerine yerel ve evrensel müzik tarihi eğitimi verilmelidir, hayatını bir sazı iyi çalmaya adamanın zorluğu, müziği yazabilmenin, şarkıysa sözünü kaleme almanın derinliği çocuklara ve gençlere aşılanmalıdır. Ulu Önder’i Mustafa Kemal Atatürk olan ve “Efendiler!. Hepiniz mebus olabilirsiniz, vekil olabilirsiniz, hatta reisicumhur olabilirsiniz, fakat sanatkâr olamazsınız hayatlarını büyük bir sanata vakfeden bu çocukları sevelim…” diyebilmiş Ata’sını takiben bu söylediğim detay acilen ele alınmalıdır.
Sanatı anlayabilen insan, derin bakabilen, duyabilen, araştıran ve sonunda GÜZEL olanı yaşayabilen insandır, güzeli görebilen insanın empatisi güçlü olur, yaptığı inşaatta çalacağı parayla cebini yüceltmektense, on binlerin hayatta kalmasını tercih eder.
Ne enteresan değil mi, konu ne olursa olsun, çözümü yine Ulu Önder‘i gösteriyor ve biz en büyük cezayı kendimize kesmeliyiz çünkü Mustafa Kemal Atatürk’süz geçen 85 yılda ondan ne kadar kopar ve / veya koparılırsak o kadar büyük bir felaketle karşılaşıyoruz.