Geçtiğimiz aylarda Özlem Binel’in yeni romanı “Boyun Devrilsin Murtaza” İnkılâp Kitabevi aracılığıyla raflarda yerini aldı. Vuslat’ın kendi içerisindeki yalnızlığını paylaşmak adına hayalinde oluşturduğu farklı karakteri ile birlikte Murtaza’ya serzenişlerini okurken yüzünüzde oluşan tebessümler eşliğinde duygu dolu anlar da yaşayabilirsiniz. Hepimizin sesi olan Vuslat’ı kaleme alan Özlem Binel ile konuştuk.
Sohbetimizi okurken keyifli anlar dilerim.
Geçtiğimiz aylarda yeni kitabınız “Boyun Devrilsin Murtaza” İnkılap Kitabevi aracılığıyla edebiyat dünyasına katıldı. Öğretmenlik yapmakta ve müzik alanında çalışmakta olan Özlem Binel kimdir? Okuyucularının kendisini nasıl tanımasını ister?
Tüm akademik eğitimimi Gazetecilik üzerine aldım. Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Fotoğraf Video Bölümünde Öğretim Elemanıyım. Müzik, kalbimin biricik imkânsız aşkı. Uzaktan seviyoruz birbirimizi. Edebiyat ise yol arkadaşım, gün ışığım. Dördüncü kitabım Boyun Devrilsin Murtaza ile karşınızdayım.
“Boyun Devrilsin Murtaza” isminden de anlaşılacağı üzere aslında Vuslat’ın Murtaza’ya serzenişlerini anlatan bir kitap. Kendi içerisinde farklı kişilikler taşıyan Vuslat’ın hikâyesini ve serzenişlerini yazmaya nasıl karar verdiniz? Size Vuslat’ın hikâyesini anlatmaya itici sebepler oldu mu?
Kendimden yola çıktım. Gün içinde yürürken, otururken, birileriyle sohbet ederken aklımıza gelen, içimizden geçen ne çok şey var. Çoğunu söyleyemediğimiz, içimizde tuttuğumuz, bize yakışmaz diye sustuğumuz cümleler var. Olayların ya da kişilerin karşısında bir duruşumuz olsa da bazen içimizden geçen o duruşun tam aksi bir tavır. Gülümseyerek peki, demek mecburiyetinde kaldığımız birçok olayda içimizden hadi oradan canım, demiyor muyuz? Her birimizin ne çok yüzü var. Hangi yüzü, hangi durumda kullanacağımızı ise edebimiz belirliyor. Vuslat, içindeki kadınlarla hayata tutunmayı becermiş; modern, entelektüel, hayat dolu bir kadın. Yazar hanım ile yazma aşkını tatmin ediyor. Derviş ile ruhunu ısıtıyor, korkularını temize çekiyor. Muallime ile yetemediklerini, yetişemediklerini anlatıyor, Hasret ile ise hep içinde kalmış olan assolistlik özlemini gideriyor.
Ne diyor Tutunamayanlar’da, bana boş boş oturup duvar izlettiren herkese kırgınım. Nasıl bir doluluk ki duvarlarda aranıyor cevapsız sorular. Nasıl haklısınız Oğuz Bey. Ben de Murtaza’ya kırgınım sahiden.
Vuslat her ne kadar Murtaza’sına kavuşsa da hayallerindeki Murtaza’sına asla kavuşamıyor. Türk Dil Kurumu’na göre “sevgiliye kavuşma” anlamında olan Vuslat kelimesini roman kahramanınızın ismi olarak belirlemenizin bir anlamı var mı?
Her kitabımda karakterlerin adını özel olarak seçtim… Duruma uygun, içeriğe hakim, anlamı derin olsunlar istedim. Vuslat ismi de elbette bu karakter için biçilmiş kaftandı. Kendisine en yakın hissettiği iç sesinin adı da Hasret. Diğerleri özellikle isimsiz, vasıflarıyla anılıyorlar. Sadece kahramanların isimlerini değil romanda seçtiğim her sözcüğü bilinçle ve özellikle yerleştiriyorum.
-Deli miyim ben Hasret?
-Hangimiz değiliz ki, diyorum. Sadece saklayanlar, saklayamayanlar ve saklamaktan vazgeçenler olarak üçe ayrılıyoruz o kadar.
Vuslat’ın anlattıklarını okurken Cemal Safi, Şükrü Erbaş, Turgut Uyar gibi şairler ile karşılaşarak şiiri romanın içine dâhil ettiğinizi düşündüm. Edebi türler arasında şiir sizin hayatınızın neresinde? Özlem Binel’in okumaktan keyif aldığı, dönüp tekrar tekrar okuduğu şairler kimlerdir?
Şiir edebiyatın pırlantası. Küçücük bir parçasına bile paha biçilmez. Kesimini karatını şairi belirler. Divan edebiyatı ile başlar şiire sevgim. Aruz vezni nasıl büyülü gelir bana anlatamam. Sonra Ahmet Haşim, Yahya Kemal Beyatlı, sonra Hececiler, sonra Nazım, Atilla İlhan, Gülten Akın, sonra çağdaşlarımız, Didem Madak, Şükrü Erbaş. Şiir, ruhuma mısra çektirir, Ahmet Arif’in dediği gibi; Mavi çocuklar oynar arka bahçemde, Hasan Hüseyin Korkmazgil’in dediği gibi; canım içre sevinç verir sözleri, Cahit Zarifoğlu’nun dediği gibi…
Şiir su gibi azizdir. Okuyanı, dinleyeni, yazanı hem temizler hem de ferahlatır.
Yaşadığı yalnızlığı içinde boğulan ve bunu kemiklerine kadar hisseden Vuslat. Derdini, sıkıntısını, düşüncelerini paylaşabilmek adına kendi içerinde farklı karakterler, kişilikler oluşturmuş. Bu oluşturduğu kişilikler ile de adeta bir arkadaş ortamındaymış gibi onlarla yiyor, içiyor ve sohbet ediyor. Vuslat, içimizde yaşayan ve bu sorunlar içerisinde boğulan kadınlardan yalnızca birisi mi? Vuslat’ın hayatını yazarken okuyucularınız arasından onunla aynı kaderi paylaşan pek çok kadının olabileceğini düşündünüz mü? Onlara söylemek istedikleriniz var mı?
Vuslat hepimizin sesi oldu. Kendim için yazarak çıktığım yolda birçoğumuzun şikâyetçi olduğu ne çok şeye dokundu. Büyüdükçe her birimiz yalnızlaştık. Kırıldıkça uzaklaştık. Vuslat içindeki güce tutunuyor. Kendi renklerine sarılarak yalnızlığıyla baş etme yolu buluyor. Yalnız hissetmek yaralayıcıdır ama tek başınalık güzeldir. İnsana kendini tanıma, sınırlarını keşfetme imkânı verir. Gücünü ve dozunu bilirsin. Nesin, ne kadarsın, gerçekten ne istiyorsun? Ve bilmek, bulmanın yarısıdır. Vuslat koca kitapta aslında kendini arıyor. Onunla mı onsuz mu şarkıyla mı rakıyla mı, yazarak mı ağlayarak mı…
Şahane bir bitiş olmasa da onca yılın sonunda Vuslat elinden geleni yaparak bir parça da olsa düze çıkıyor. Hepimiz öyle yapalım. Olursa seviniriz, olmazsa da elimizden geleni yaptık der, kendi yanağımızdan bir makas alırız… Bu gurur bile yetmez mi?
..Ne çok şey için geç… 45’lik oldum ben. Üstündeki çatıyı yuva bilen, hayalleri ile hayat arasına sıkışmış, ne ileri ne geri gidebilen yüz binlercesinden biriyim.
Vuslat, yeni dünya düzeninin oluşturduğu, sosyal medyanın yarattığı başka bir insan prototipi olduğunu ve bundan son derece yorulduğunu ara sıra ifade ediyor. Siz de Vuslat ile aynı görüşte misiniz? Sosyal medyanın bu kadar baskın olduğu ve neredeyse tüm hayat düzenimizin ona göre şekillendiği son yıllarda kendimizi bundan izole etmemiz mümkün mü? Ya da sizce izole etmeli miyiz?
Ben Vuslattan daha mustaribim. Mecbur değilsek kullanmaya- ki bu mecburiyeti de ne belirliyor anlamıyorum- kesinlikle kendimizi sosyal medyanın şiddetinden izole etmeliyiz. Bu konuda çok sert düşünüyor olabilirim ama bu yüzyılda aşkın da sadakatin de unutulmaya yüz tutmuş olmasının başlıca sebebidir sosyal medya. Her şeye bu kadar kolay ulaşabiliyor olmak… Ne özleme ne de acıya yer var bu yeni dünyada. Biri gitmeden diğeri, hatta diğerleri boy boy, renk renk elinizdeki avuç içi kadar ekranın içinde hali hazırda. Yeni heyecanlar, yeni hazlar peşinde kadını da erkeği de… Ne demiş Nazım, Piraye’sine, en fazla bir yıl sürer yirminci asırlılarda ölüm acısı.
Gelse de şimdi görse, bir gece sürmüyor ayrılık acısı… Pencere kenarında beklemiyor kimse kimseyi, karşılaşır mıyım diye yolları arşınlamıyor, mektuplar yazıp günlerce postacı yolu gözlemiyor. Beklemeyi unuttu sevmeler. Gülten Akın’ın dediği gibi; Kimselerin vakti yok, durup ince şeyleri anlamaya. Velhasıl bu konuda söylenecek çok şey var da susalım. İyi insanlarla karşılaşmayı dileyelim.
Öğretmenliğinizin yazmanıza yazmanızın da öğretmenliğinize etkileri oluyor mu? Birbirlerini etkileyen iki uğraş mı? Yoksa ikisini birbirinden ayrı mı tutuyorsunuz?
Daha önce hiç düşünmemiştim bunu, siz sorunca düşündüm. Hiçbir ilişkileri yok. Belki sınıflarda aradığım doluluğu yakalayamadığımdan… Ki ben tanıştığım herkesi bir şekilde romanlarımın içine sızdırmaya bayılıyorum ama bunca yıldır derse girerim ne öğrencilerden ne de kampüsteki diğer arkadaşlardan tek bir dokunuş yok kitaplarımda. Sanki o kampüse giren ben değilmişim gibi. Enteresan sahiden. Hâlbuki yoldan simit alsam simitçiyi bir satır arasına işlerim. Bir de bu bakışla gideyim yarın, bakalım neler olacak.
: )