Müzik, resim, heykel, edebiyat gibi farklı sanat dalları arasında köprü görevi üstlenen multidisipliner sanatçılar, bireysel disiplinlerin ötesine geçerek sanatı bütünsel bakış açısıyla yorumluyor. Multidisipliner sanatçıların ifade biçimleri sanatı herkes için anlamlı hale getirerek erişilebilir kılınan yolları keşfetmemizi sağlıyor.
Sadece farklı disiplinler arasında ağ örmekle kalmayıp, bu disiplinler arasındaki sınırları flulaştıran, yepyeni, özgün sanat formlarını ortaya çıkaran multiler, birer yaratımdan ziyade izleyiciye zamanda yolculuk ve diyalog imkanı da sunuyor. Bu yaratıcı zihinlerden bir tanesi de Erin İlkcan Aslan…
Sanat eseri olarak ele aldığı hayatını farklı disiplinlerle şekillendiren Erin, rüyalar, doğa bilinçaltı, insan ilişkileri gibi temalarla ifade sınırlarını zorlamanın yanı sıra, kırsal bölgelerde sanatın yayılmasına yönelik çok sayıda çalışmaya da öncülük ediyor.
Sadece sanat dünyasında değil, yaşadığı her alanda dönüşüm yaratmaktan keyif alan Erin, keyifli söyleşimizde Sanat Okur okuyucularına sanata dair taze bir bakış açısı sunuyor.
Erin, öncelikle ismini ilk defa duyan okuyucularımız için kendinden bahsetmeni rica edeceğim. Erin İlkcan Aslan kimdir?
Ben Erin İlkcan Aslan, sanat aracılığıyla varlığını ifade eden ve iz bırakan bir yaşam formuyum. Hayatımı, deneyimlerle boyanmış ve sürekli evrilen bir resim olarak görüyorum. Sanatsal pratiğim, bireysel ve toplumsal farkındalığı artırmayı hedefleyen disiplinlerarası bir yolculuk. Kendi çizgimi, hem kendime hem de dünyaya dair sorular sormaktan hiç vazgeçmeyen bir sanatçı olarak tanımlıyorum. Sanat benim için yalnızca bir üretim süreci değil; aynı zamanda kendimi, başkalarını ve hayatı anlamlandırmanın en derin yolu.
Çocukluğundan başlayacak olursak, sanatçı kimliğine katkı sağlayan, seni şekillendiren nasıl hikayeler ya da kimler oldu?
Kendimi çok şanslı biri olarak görüyorum; ilhama doğdum diyebilirim. 1990 yılının Ağustos ayında, Ankara’da sanatçı bir ailenin tek çocuğu olarak dünyaya geldim. Babam, muazzam bir müzisyen ve yorumcu; annem ise dans sanatçısıydı. Hatta bana hamileyken bile bir festivalde dans ettiğini sık sık gülerek anlatır. Birlikte geleneksel halk dansları üzerine projeler geliştiren bir ikili olarak ilerlemişler. Dedem, fotoğrafçıydı ve bana ilk kameram olan analog bir Yashica’yı hediye etti; o makine en az 70 yıllıktı ve onunla çalışmak benim için büyük bir deneyim oldu. Halam sanat tarihçi bir akademisyen, teyzem Gülay Eralp ise 90’lar popuna eserleriyle katkıda bulunmuş ve bugün hâlâ sahnelerde muazzam eserler yorumlayan bir sanatçıdır. Ailemin sanatla dolup taşan dünyası, benim için bir ilham kaynağı oldu ve hayatımdaki en yüce şanslardan biri.
Duygusal ifadenin sanatsal formlarına aşina bir ortamda büyüdüm; bu da sanatı benim için bir ifade biçiminden çok, bir yaşam biçimi haline getirdi. Elbette, aile ortamında ifade edilmeyen şeyler de vardı ama oraya girmeyelim! Haha.
Aslında seni sanata yönlendiren ne oldu yu merak ediyorum, ilk çalışmalarını ne zaman ve nerede yaptığını, motivasyonunu hatırlıyor musun?
Bir önceki cevabımda da bahsettiğim gibi, sanatçı bir ailede dünyaya geldim. Kendini böyle bir ortamda birey olarak kanıtlamaya çalışmak ilginç bir çabaydı. Bunu sanatla yapmak ise benim için hem heyecan verici hem de öğretici oldu.
Halamın her zaman gülerek anlattığı bir hikaye var: 2-3 yaşlarındayken tuvalette otururken ‘Halaa, kâğıt kaleeem!’ diye seslenirmişim. Halam kapıda bekler, söylediklerimi yazar ve beni sabırla dinlermiş. O günlerden aklımda kalan en net karelerden biri, o gök mavisi sünger kaplı nostaljik klozet kapağı. Sanırım yaratıcı ifadelerimi her fırsatta ortaya koymaya çalıştığım erken bir dönemdi.
Aynı yıllarda müzikle de güçlü bir bağ kurmaya başladım. Kırmızı bir oyuncak orgum vardı; minik, dört kalem pille çalışan ve iki oktavlık bir org. Beethoven’ın 9. Senfonisi’ni çalmayı deneyip ‘Bakın size konser vereceğim!’ dediğim o anları hâlâ gülümseyerek hatırlıyorum. Geçen gün eşimle bu anıları konuşurken, çocuklara yeteneklerini geliştirebilecekleri alanlar açmanın ne kadar kıymetli olduğunu fark ettik. Sanırım müzikle başlayan bu yolculuk, zamanla beni resimle de buluşturdu.
Babamın erken yaşta kaybettiği ve benim tanışmaya nail olamadığım ressam kardeşinin eserleri, bu dünyaya olan hayranlığımın ilk kıvılcımını yaktı. Onun resimlerini görmek, sanata olan sevgimin temel taşlarını oluşturdu.”
Multisipliner bir sanatçı olarak ilgi ve yeteneklerini keşfetme sürecinden bahsetmek istiyorum. Çok yönlülüğünü sana fark ettiren, hissettiren nasıl deneyimlerin oldu? Örneğin çalışmalarında rüyaların, bilinçaltının etkisi var mı?
Aslında konu tamamen bir ifade etme tutkusudur diyebilirim. Yaşadığım her türden duyguyu bir şekilde tanımlama ve insanlığın duygu kütüphanesine bir not düşme çabası taşıyorum. İlham kaynaklarım oldukça geniş bir skalada: bazı duygular, durumlar, seziler, duyular, hatta görüler… Bu zenginlik içinde ifade bulmak, kimi zaman resimde bir fırça iziyle, kimi zaman satırlarca yazarak, kimi zaman bir nakarat yaratarak kendini gösteriyor.
Ginko* yürüyüşlerinden, bağıra çağıra dramatik bir sahne performansına kadar, ifade için farklı diller ve yollar denedim. Her biri, ifademi zenginleştirmek için öğrenmeye ve pratiğe olan aşkımı besledi. Sanatsal pratiklerle ifade bulmak benim için yalnızca bir araç değil; aynı zamanda derin bir bağlılık ve tutkudur.
Tam şu an, dünden yakaladığım bir an’ı hatırlıyorum. Hayatın ve sanatın bu kadar iç içe geçmesi, sanırım multidisipliner yönümü en iyi tanımlayan şeylerden biri.”1
Tıkanıklık yaşadığın dönemler oluyor mu? Olduğu zamanlar seni yeniden harekete geçiren alışkanlıkların neler?
Yaratıcılığı, her an ürettiğimiz bir ifade pratiği olarak görmenin stres yaratabileceğine inanıyorum. Stres bazen üretme motivasyonu sağlasa da, usta sanatçıların bir sözü vardır: ‘Evini hazır et, ilham perisi geldiğinde uzun uzun kalsın.’ Sanat, saatlerce, hatta günler ve haftalar boyunca bir konuya odaklanmayı gerektiren bir süreç ve nerede başlayacağı hiç belli olmuyor. Fiziksel efor gerektiren bir süreç olduğunu hatırlayalım.
Benim için bu süreç genelde hareketle başlıyor. Günüm, farklı hareket disiplinleriyle bedenime bir başlangıç zamanı tanıyarak başlıyor. Bu, bazen dinamik bir akış, bazen daha meditatif bir hareket pratiği olabiliyor. Ayrıca meditasyonun da yaratıcılık üzerindeki büyük etkisini deneyimledim. Bedeni ve zihni harekete geçirmek, yaratıcılığın temel taşlarını oluşturuyor.
Bazı değerli dostlarıma ifade süreçlerinde sanat pratikleri üzerine danışmanlık veriyorum. Sanat pratiklerini desteklemek isteyen kişilerle uygun koşullar sağlandığında bu konular üzerine konuşmayı da çok değerli buluyorum. Danışanlarıma genelde şu tavsiyeyi veriyorum: Gününüze bir ifade disiplini yerleştirin. Bu, su içmek ya da nefes almak kadar doğal bir refleks haline gelsin. İlham yok mu? İçinizden hiçbir şey yapmak gelmiyor mu? O hâlde bir kâğıda ‘İçimden hiçbir şey gelmiyor.’ yazın. Bir noktada, bunu yazmaktan sıkılıp bambaşka bir şey yaratmaya başlayacaksınız.
En uzun tıkanıklığım 6 ay sürdü. Fakat ardından gelen 6 ayda onlarca resim, iki sergi, bir öykü kitabı ve altı beste çıktı ortaya. Bu süreç bana gösterdi ki ruhun zamandan bağımsız bir akışı var. Tıkanıklığı bir duraksama değil, beslenme dönemi olarak görmeye başladım. Bu perspektiften bakıldığında, her süreç kendi başına bir yaratım oluyor.”
Eserlerine değinecek olursak, nasıl tepkilerle karşılaşıyorsun? Seni çok şaşırtan, beklemediğin tepkilerle karşılaştığın bir işin, sergin oldu mu?
Ben, ham çizgiyi arayan süreçlerden geçtim. Aldığım akademik eğitimin sınırlarından çıkmak ve primitif bir ifade dili bulmak için yeni arayışlar edindim. ‘Dilin dahi olmadığı, formun ve çizginin kaybolduğu yerler var mı?’ sorusuyla kendimi sık sık sorguladım. Bu süreçlerde aldığım tepkiler oldukça çeşitliydi. En klişe olanı, ‘E bunu ben de yaparım!’ ifadesi. Bu tepkilere genelde gülümseyerek, ‘Yap hayatım, yap. Beraber kadeh kaldırırız yaptığına.’ diyorum. Ama eleştiri, yalnızca deneyimlenen bir şeyin ardından gelmeli ki öğretici olsun. Yapılmamış bir şey üzerinden yapılan eleştiri, bende genelde polyanna filtrelerinden geçiyor.
Kişisel hayatımla sanatımı karşılaştıranlar da oluyor. Bu durum bana, üretim sürecinde çoğu zaman sadece bir vasıta olduğumu hatırlatıyor. Yaşarken ‘ben benim’, ama üretirken tamamen farklı bir bağlamdayım. Bunu açıklamak bazen keyifli, bazen de sadece uzaklara bakarak havadaki ses dalgalarını izlemeyi tercih ediyorum.
Beni şaşırtan tepkilere gelirsek, bir defasında bir enstalasyonumu çöp zannedip çöpe attılar. Aynı sergide bir diğer işimi kırdılar. Bu olaylar sansasyonel bir haber olabilirdi, ancak bunu dillendirmek, oradaki emekçilerin hayatlarını olumsuz etkileyebileceği için dost meclisleri dışında konuşmayı tercih etmedim.
Bir sergimde ise ilginç bir olay yaşadım: Sergime geç kalmıştım ve serginin sahibi olduğumu bilmeyen bir ziyaretçiyle işim hakkında sohbet etme şansı yakaladım. Yüzüme aşina olmayan bu kişi, tüm düşüncelerini açıkça paylaştı. Tatlı bir andı; sanatın insanlarda farklı bağlamlar yarattığını görmek, bu yolculuğun en güzel yanlarından biri.
Peki izleyici tarafından anlaşılamayacağını düşünerek vazgeçtiğin bir çalışman oldu mu?
Son dönem resimlerime baktığımda, onları bir self-analiz gibi görüyorum. Sanki bulunduğum anı daha derinden anlamak, bir duyguyu genişleterek incelemek ve ardından dönüştürmek ya da bırakmak için yapılmış birer araç gibiler. Bu süreci kişisel bir terapi olarak da adlandırabilirim, çünkü resim sanatının iyileştirici gücü hayatımı daha neşeli ve keyifli kılıyor.
Bir şeyler anlatmak için yaptığım resimler genellikle anlaşıldı. O duygunun karşı tarafa geçtiğini hissettiğimde, içimi hafif muzur bir gülümsemeyle bir huzur kaplar. Bu resimlerden bazıları çok sevdiğim sanatçı dostlarımın duvarlarında asılı. Ancak, burada şunu eklemek isterim: Bazı şeyler, yalnızca bir ‘oluş’ olarak varlıklarını sürdürebilirler. Anlamdan, amaçtan, istekten ya da arzudan bağımsız, sadece oldukları gibi var olabilirler. Bence bu da bir sanat eseri için yeterince güçlü bir varoluş biçimidir.
Sanatını bir “diyalog” olarak düşünürsek, sence bu diyaloğun en önemli katılımcısı izleyici mi, sen mi, yoksa eserinin kendisi mi?
Sanat bazen ilginç bir an yaratır; izleyici, izlenen ve izlenenin yaratıcısı bir olur. O anda, mutlak bir tekillik durumundan bahsederiz. Resmi renklere, çizgilere ya da lekelere göre kategorize etmek yerine, her birinin bir iz olduğu gerçeğiyle buluşuruz. Naif bir şahit olma hali vardır, sadece bakmaz, hissedersiniz.
Başka bir anda, kendi kendinize kağıt ve kalemle oynarken çizgilerinizin arasındaki boşluğu fark edersiniz. O boşluk, başka bir diyaloğun başlangıcıdır. Bir başka an, gördüğünüz bir eseri sahiplenmek istersiniz; onun sizin olmasını, duvarınızda, evinizde ya da koleksiyonunuzda yer almasını istersiniz.
Bazen de bir eserle karşı karşıya geldiğinizde çırılçıplak kalırsınız. Ne düşünce vardır ne de ‘siz’. Sadece muazzam bir sessizlik ve yeniden doğuş anı. Belki de o eser size bir ilham parıltısı sunar.
Ve elbette, bir an gelir, gözünüze ilişen bir şey hoşunuza gitmez. Kendinize, ‘Beğenmemek nedir?’ diye sormaya başlarsınız. Sanatın ve algının senaryosu stabil değildir; değişir, dönüşür ve sürekli devinir.
Şu an, geniş bir perspektiften bakarak şunu söyleyebilirim: İzleyen de izlenen de iz’de buluşur. Sanat, bu izlerde birbirini bulan bir diyalogdur.
Kariyerimde bir gün mutlaka şunu da deneyimleyeceğim dedin bir disiplin ya da materyal var mı?
Sahnede olmaktan korkuyorum ve bu korku, hoşuma gitmeyen bir durum. Ancak bu korkuyu pasifize olmak yerine, onunla yüzleşmeyi seçiyorum.
Müzik yaparken her zaman çok rahat oldum. Yeni bir enstrüman denerken, bir yandan çocuk gibi meraklanırken, diğer yandan beklenmedik bir akışla karşılaşıp derin sözlerle kendimden kendime bir yolculuk yaptığım çok oldu. Doğaçlamada kaybolmaktan her zaman büyük bir haz duydum. Ancak bu medyumda ürettiklerimi birilerinin önünde icra etme fikri beni hep çekingen, hatta utangaç bir hale getirdi. Eşime, dostuma çaldım, söyledim; ama uzun zamandır bir kalabalığın önünde performans sergilemedim. Bu yüzden sahneye çıkma fikrine dair garip bir korku gelişti.
Bu korkuyu yenmek ve bende yaratacağı duyguları deneyimlemek için küçük adımlar atmaya başladım. Geçen yıl, tiyatro sahnesi için bir perdelik interaktif bir sahne deneyimi yazdım. Bu süreç, sahneye dair önyargılarımı dönüştürmeye yönelik ilk adımlarımdan biri oldu. Belki bir gün müzikle de sahnede kendimi ifade edebilirim. Bu fikir beni hem ürkütüyor hem de heyecanlandırıyor. Ha bir de, kendi ferah yaşam ve üretim alanımı yaratmaya dair muazzam bir arzum var.
Gündemde her daim yerini koruyan o soruya geliyorum, sanat ve yapay zeka konusundaki görüşlerin neler?
“Sanat ve yapay zeka, modern çağın en ilginç kesişim noktalarından birini oluşturuyor. Yapay zeka, sanatın üretim süreçlerinde hız ve yenilik sağlarken, aynı zamanda geleneksel yaratım süreçlerine meydan okuyor. Ancak burada önemli bir ayrım var: Yapay zeka bir araçtır, bir yaratıcı değil. Onun ürettiği işler, sanatçının verdiği komutlar ve yönlendirmelerle anlam kazanır.
Yapay zekanın sanattaki varlığı, yeni disiplinlerin doğmasını ve yaratıcılığın sınırlarının genişlemesini sağladı. Ancak bu durum, sanatın özünde yatan insan dokunuşunu ve duygusunu asla tamamen ortadan kaldıramaz. İnsan sanatçının deneyimleri, sezgileri ve duygusal dünyası, yapay zekanın yeteneklerinden ayrışan en güçlü unsurlar olmaya devam ediyor.
Yapay zekanın sanat üzerindeki etkisi, bir yandan fırsatlar sunarken diğer yandan etik tartışmaları da beraberinde getiriyor. Sanatçının emeği ve özgünlüğü nasıl korunacak? Yapay zekanın ürettikleri gerçek anlamda bir sanat eseri olarak değerlendirilebilir mi? Bu sorulara verilecek yanıtlar, hem sanatın hem de teknolojinin geleceğini şekillendirecek.
Sonuç olarak, yapay zeka, sanat dünyasına yeni bir dinamizm ve keşif alanı kazandırıyor. Ancak bu yolculukta, insanın yaratıcı ruhu ve derinliği her zaman bir adım önde olacak.”
Sanatın toplumsal değişim yaratma gücüne inanarak çok sayıda projeye imza attın. Kısaca bu projelerden bahsedebilir misin?
Çocukluğumdan bu yana, sanatla karşılaştığım her an beni meraklandırdı ve araştırmalar yapmam için heyecanlandırdı. Türümüzün, sanatın yeni bakış açıları sunan bir pencere olduğunu fark etmesi ve bu pencereden sınırların ötesine bakmayı öğrenmesi, toplumsal gelişim için inanılmaz bir fırsat. Sanat, farklı bakış açılarına saygıyla yaklaşmayı öğrenmek için muazzam bir araç. Estetik, yalnızca bir güzellik anlayışı değil; aynı zamanda empati kurmanın ve anlamanın yolu. Bilhassa çocukluk çağında. Bu imkanlarla yakından temas edilemeyen alanlarda sanat icta etmek, türüme karşı bir sorumluluk benim için. O.O. projesini biliyorsunuz, sanatsal pratiğini doğanın bir parçası olduğu bilinciyle yaşamak , pratiğinde farklı biçimler denemek ya da yaratıcı yeteneklerinde derinleşmek isteyen çok sayıda arkadaşımızla farklı kırsal alanlarda sanatçı rezidansları yaratarak bir arada yaratma-üretme ve yaşama deneyimleri için alan açarak bir aradalık paylaştık. Bu alanlarda, bu doğada paylaştığımız şeyler tarif edilemez. Şimdi, bu projede beni tekrar heyecanlandıran bir sürece giriyorum. Bir yandan da Latmos Dağı ve Bafa Gölü çevresinde, özellikle Bafa Köyü’ne odaklandığımız sanatsal çalışmalar yürütüyoruz. Bu projeler, hem doğayla bağ kurma hem de toplumsal değişim yaratma adına beni yeniden heyecanlandıran bir sürecin başlangıcı.
2025 planlarını da sormak istiyorum. Seni nasıl bir yıl bekliyor?
2025 benim için sevgi, saygı ve rock’n’roll dolu bir yıl olacak! Acelesiz ve zamansızlık anlarının bol olduğu, aşk dolu, güven dolu, başarı dolu, bolluk ve bereketle dolu bir yıl.
Bu yıl, sergiler, atölyeler, danışmanlıklar ve toplumsal projelerin yanı sıra, yaşam alanı tasarımları ve uygulamaları yapmayı denemekten büyük heyecan duyuyorum. Özel bazı konseptler yaratma fikri beni şimdiden oldukça motive ediyor.
2025’i anlatan kelimelerim ise şöyle:
Sevgili, Sağlıklı, Refah, Ferah, Birlikte, Kahkaha, Parlamak, Başarılı, Hafif Çılgın, Maceracı ve İlham.
- (*Ginko: Haiku yazmak için doğada yapılan sessiz yürüyüşlere verilen Japonca isim.) ↩︎