“Dilimin ucuna geldi de, söyleyemedim işte” diye andığımız, bizimle yaşayan, içimizde kalan ne çok konu var değil mi? Bunlar bazen bir filmi izlerken, bazen boş boş otururken bazen de bir kitabı okurken varlıklarını daha da belli etmekte ve nasıl olduğunu adlandıramadığımız bir rahatsızlık hissiyatı vermektedir. Miras’ın arka kapağındaki “insan ailesini seçemez ama hikâyesini anlatmayı seçebilir.” cümlesi beni kendine çekti ama okuması zor bir kitap olacağını da hissettirdi. Zira zor derken kitabın üslubu, anlatım tarzı, olayların karmaşıklığı gibi konuları değil de aile gibi içinden çıkılması mümkün olmayan bir konuyu ele almasını kast etmekteyim. Hatta yazar o kadar sade, sakin ve anlaşılır bir dil kullanmış ki tüm her şeyi bu kadar sakin anlatabilmesi beni şaşırttı bile.
Son yıllarda Norveç edebiyatında çokça ses getirip, pek çok ödüller alan Miras, Dilek Başak çevirisi ve Siren Yayıncılık aracılığıyla bizlere ulaştı. Bu noktada kitabın bizlere kadar gelmesinde emeği geçenlere teşekkürü bir borç bilirim.
Aile bireyleri arasında gerginliklere sebep olan, ortak noktada bir türlü buluşulamayan Miras konusu dünyanın her yerinde mi aynı? İyi kötü yürütülen ilişkiler miras söz konusu olunca içinden çıkılamayan bir hal almakta. Kısacık hayatımızda herkesten daha sıkı bağlara sahip olabileceğimiz aile üyeleri ile maddi çıkarı olan konular söz konusu olunca insanlar neden sorunlar yaşamakta ki? derken Miras konusunun çok farklı yerlere gidebileceğini hiç düşünmeden başlamıştım okumaya. Gerçi aileden aktarılan her şey bir nevi bize mirastı sonuçta. İlla maddi bir şey olmasına gerek yok.
Önceki haftalarda, babam hayattayken kardeşlerim mirasın nasıl paylaşılacağı konusunda büyük bir kavgaya tutuşmuşlardı, ailenin Hvaler’deki kulübeleriydi mesele.
Kitap kapağındaki resimden de anlaşılacağı üzere dört kardeşin babalarının vefatından sonra uzlaşamadıkları konu anne ve babalarının kulübeleri. Bu kulübeler de, Bergljot’un yıllarca içinde taşıdığı, hayatının hiç bir aşamasında kurtulamadığı, daha önce söylemeye çalıştığı ama kimsenin onun duymadığı konuları gün yüzüne çıkarmasına yol açar.
Öylesine felce uğramış, öylesine ürkek bir haldeydim ki bana faydası dokunabilecek şeylerden uzak durmak zorunda kalıyordum. Aptal çocukluğumda çakılı kalmıştım. Dünyadaki işlevimin adını şöyle koyabilirdik: Çocukluğunda çakılı kaldı. Elli yaşıma gelmiştim ama hala çocuklarda görülen anne baba otoritesi kaynaklı endişeyi taşıyordum.
Hjorth, kitabını düz bir roman gibi kaleme almamış, aynı anda geçmişten ve şimdiki zamandan bahsederek olayları birbirine bağlayarak ilerlemiş. Sayfalar arasında yer yer boşluklar bulunmakta, bu da karakter artık o sayfanın devamını getirememiş hissiyatı vermekte. Bir nevi günlük gibi. Olaylar ilerledikçe neler olduğunu öğrenmek için sabırsızlansanız da onun yaşadıklarını, düşüncelerini bir solukta okumak mümkün değil.
Klara da ben de boşanmak istemeyen, bizi istemeyen ama bizimle otel odalarında yatmak isteyen, kopmayı bir türlü beceremediğimiz evli erkeklere âşıktık ve çok mutsuzduk.
Ailesi ile konuşamadıklarını arkadaşı Klara ile rahatça paylaşabilmesi yıllardır süregelen aile değerlerini tekrar tekrar sorgulamamızı, değerler başlığı altında ne duyguları ezip üstüne bastığımızı adeta gözümüze sokmaktadır.
Dünya bu yüzden batıyor işte, çünkü insanlar fikirlerini söylemiyor, dürüst davranmıyor, kimsenin keyfi kaçmasın diye yapmacık tavırlar takınıyorlar.
Her insanın aile kaynaklı travmaları olduğu fikri yıllardır beynimdeyken Bergljot’un anlattıklarını okumam, benim bu fikrime bir nevi destek de oldu. Onun yaşadıkları kadar zor ya da değil, üstünü kapatmaya çalıştıklarımız tam da her şey yoluna girdi dediğimiz anda hemen kendini göstermekte, dur ben asla bir yere gitmedim demekte.
Okumak kadar kendisinden bahsetmekten de zorluk yaşadığım Miras’ı sizlerin de okumasını çok isterim. Bu nedenle okurken söyleyeceğiniz “yook artık, ama nasıl ya?” gibi cümlelerinizin büyüsünü bozmamak adına hakkında daha detaylı bilgi vermekten şu an şiddetle çekiniyorum.
Siz de Mirası bir okuyun, belki Bergljot’un yaşadıkları bizim de içimizdekilerle yüzleşmemize yol açar. Gerçi yüzleşmemiz de “çözüm” olabilir mi? orası da beni aşan nokta işte!
Bağışlama yetisine sahip değildim.
Ama unutuşun denizine atmak?
Havaya kaldırıp ışıkta incelemek, onaylamak, kabul etmek ve sonra unutuşun denizine atmak.
Bunu da beceremedim. Çünkü bu, tek tek olaylardan ibaret değildi. Bitmiş bir hikâye değil, ardı arkası gelmeyen bir incelemeydi, çıkmazlarla ve sinir bozucu geri dönüşlerle dopdolu, elzem bir kazı çalışması. Ve kayıp çocukluğum, bu kaybın durmaksızın geri gelmesi olduğum kişi olmamı sağlamıştı, varlığımın bir parçasıydı bu, içimdeki en ufacık duyguya bile nüfuz etmişti.