Tepemizdeki Hasta Tanrılar, Beyaz Tanrı Üzerine // Fatma Leylâ Ak

İçinde yaşadığımız dünyanın çemberinin dışına çıkıp nasıl varlıklar olduğunuzu görünce ruhunuzun içinde bulunduğu kabuktan utandığınız anlarla karşılaştınız mı? Hayatınızda bir hayvan olmayı dilediğiniz oldu mu? Bunu sahiden soruyorum, çünkü insanın bir başkasını hastaca duygularla ötekileştirerek yaptığı eziyeti görünce, onunla aynı varlık adında anılmak utanç verici hale geliyor. Yoksa ben bir insan olarak, o anlarda bir şey yapamadığımdan utandığım için mi bir hayvanın bedeninde ruhumun vücut bulmuş olmasını dileyip o duygudan kaçıyorum, bilmiyorum. Elbette biz vahşeti yaratanları insan olarak değil bir canavar gibi görüyoruz, biliyorum fakat her defasında tüm bunlara tanık olmaktan başka bir şey yapmıyoruz. Kendi coğrafyamızda aynı topraklarda bazı kanları kutsarken, sokaklarda da kıvranan bedenlerin ölümlerinin tanığı oluşumuz gibi… Tanık diyorum çünkü bu cinayetler yıllardır sürüyor çünkü asırlardır insanın yakalanıp kurtulamadığı pis hastalıklarından yalnızca biri ötekileştirme ve bir veba gibi yayılıyor. Yayılsın isteniyor.

Tepemizdeki Hasta Tanrılar, Beyaz Tanrı Üzerine // Fatma Leylâ Ak ( Çizim: SAMA BADA)
Tepemizdeki Hasta Tanrılar, Beyaz Tanrı Üzerine // Fatma Leylâ Ak ( Çizim: SAMA BADA )

Yeni yeni edindiğim uyumaya çalışırken, bir şeyler izleyerek bir sese ihtiyaç duyarak uyuma alışkanlığımın oluştuğu son günlerde izledim Macar yönetmen Kornél Mundruczó’nun 2014 Cannes Film Festivali’nden Belirli Bir Bakış (Un Certain Regard) ödülü kazanan altıncı uzun metrajı White God, filmini. İnsanın bu kangrene dönüşen hastalığı ötekileştirmeyi bir köpeğin gözlerinde izlemek oldukça etkileyiciydi benim için.

Ebeveynleri ayrı yaşamakta olan on üç yaşındaki Lili, annesi bir süre için yurtdışına çıkınca belki de daha önce birlikte olmaya dair paylaşımda bulunamadıkları babasının yanında bir süre yaşamak durumunda kalıyor. Lili’nin yanında ise her zaman birlikte uyudukları dostu Hagen… Babası Hagen’ı istemediğini onu gördüğü ilk anda bir köpeğin onlarla gelemeyeceğini söyleyerek belli ediyor. Birlikte kaldıkları ilk gece Hagen ile aynı odada uyumak istemeyen adam onu banyoya kapatıyor fakat Hagen Lili olmadan uyuyamıyor. Bir köpek gibi bir varlığa alışıp yalnız uyuyamadığımız zamanlar olmuştur, oluyordur. Düşünün sancısını… Lili, küvete kıvrılıp belki de onun en yakını Hagen’i yalnız bırakmıyor. Fakat ilerleyen süreçlerde komşuların ve Lili’nin prova yaptığı orkestra hocasının Hagen’i dışlamaları, üzerine bir de devletin koyduğu vergi yükümlülüğü de eklenince Hagen, Lili’nin babası tarafından sokağa atılıyor.

Bu süreçte başlıyor “Melez Köpek” Hagen’in karşılaştığı zorluklar. Lili onu kaybettiğine ikna olmadan ve bir gün karşılaşacağını umarak günlerce bisikletinin pedalını çevirerek belki de kendisini kaybetme pahasına Hagen’i arıyor. Çok sevip bağ kurduğunuz bir eşyayı kaybettiğiniz olmuştur. Peki ya çok sevdiğiniz bir dostunuzu, bir canlıyı, bugün diriyken bir sabah solan çiçeğinizi? Bir de zorla elinizden alındığını düşünün. Çok acı. Filmde bu acıyı bir köpeğin gözlerinde okumaksa daha fena… Bu köpeğin içgüdüsel davranışları veya eğitilip de sergilediği davranışlardan ziyade belki de asıl etkileyen bir an olsun bir köpek gibi hissedebilmek. İlerleyen sahnelerde Hagen’in köpek yakalama ekiplerinden kaçarken bir dilencinin eline, onun ardından da köpek tacirleri ve bahisli köpek dövüştürücülerinin elinde günlerce eziyetle bir dövüşçü yaratmaya çalışılmasını izliyoruz. Biz de hayatta çoğu zaman bu kavgaları vermiyor muyuz? Birileri, bizi olmadığımız kimliklere, karakterlere bürünmemizi istemiyor mu? Kendi varlığımızı sürdürebilmek için acı çektiğimiz zamanlar olmuyor mu? Baştan bakana baş kaldırmadan özgürce yaşamanın mümkün olmadığını bilmiyor muyuz? Hagen’in Max’e dönüşümü de hiç kolay olmuyor, acı çektirerek ona kendisini unutturup yeni bir karakter yaratmaya çalışıyor eline düştüğü bahis dövüşçüsü ve Hagen artık kendisi gibi olan bir başka köpeği öldürebilecek kadar keskin dişlere sahip oluyor. Yine de ilk kazandığı dövüşte, karşısındaki ölüm imgesinde unuttuğu yerden hatırlıyor Hagen dönüştürüldüğünü.

Biz de olmadığımız kimliklere karakterlere sokulmaya çalışılmıyor muyuz? Vermek istemediğimiz savaşların mücadelecisi olmaya zorlanmıyor muyuz? Ağlarken gülmemiz, sessizken bağırmamız, bağırdığımız zamanda susmamız istenmiyor mu? Bizi de sürekli birbirimizle dövüştürmek istemiyorlar mı? Peki, biz sahiden ne yapıyoruz? Hagen’ın karşı koyduğu kadar karşı koyanımız oluyor mu? Bir köpek gibi dişlerimizi geçirmeye çalışmıyor muyuz? Savaşmayın sevişin mesajı vermeyeceğim şimdi, elbette sevişin de savaşacaksınız da geçirdiğiniz dişin sahibi sizi bu dönüşüme zorlayanlar olsun bu dövüşün bu kavganın çıkmasını isteyenler ve buna ortam yaratanlar olsun. Size sizi unutturmaya çalıştıkları yerden hatırlayın. Hatırlayalım!

Hatırlayan Hagen filmin sonuna doğru dişini özgürlüğü için onu dönüştürenlere geçirdiğinde şehirde bir kaos yaşatıyor. Özgürlüklerde sokağa dökülünce elde edilmiyor mu? Sokağa dökülenin karşısında kimin durduğunu çok iyi biliyoruz hepimiz ve bir köpek sürüsünün karşısında da yine devlet duruyor ve baş kaldıran köpeklerin karşısında da onları idare etmeye çalışan güç silahıyla saldırıyor. Hagen onu dönüştüren canavardan da intikamını aldıktan sonra Lili ile buluşuyor. Lili’nin müziği ise ona kendisini yeniden hatırlatıyor. Bu filme dair düştüğüm notlar Hagen gibi dişlerimizi özgürlüğümüz için geçirebildiğimiz ve bize kendimizi hatırlatan müziğin duyulduğu anlara gelsin. Bir gün dönüp bakarsak birbirimize özgür olalım.

Fatma Leylâ Ak, sanat tarihçi kent, bellek ve sanat üzerine yazar.