Türkiye’de Sanatsal Üretimlerde Sürekli “Yeni”yi Aramak Üzerine

Türkiye'de Sanatsal Üretimlerde Sürekli "Yeni"yi Aramak Üzerine
Türkiye’de Sanatsal Üretimlerde Sürekli “Yeni”yi Aramak Üzerine – Emin Çelik

Ben genelde bir sanatsal üretimin bize yeni sorular sordurmasını beklerim. Ama bunları konuşuken “yeni” kavramını kullanmak yerine “beklenmediklik” kavramını kullanmayı daha doğru buluyorum. Ve bu “beklenmedikliğin” bir sanatsal üretimde kaçınılmaz olması gerektiğini düşünüyorum. Yeni kavramına gelirsek bugün sanat alanında çokça beklenen bir özellik. Bunun iyi yanları olduğu gibi epey problemli tarafları da var. Ama zaten bu kelimenin eleştirisi birçok defa tartışıldı. Global olarak bu beklentini taze olması bir yana bizim gibi sancılı bir ulus devletleşme süreci geçiren ülkelerde yeni beklentisinin de epey sıkıntılı yönleri oluyor. Bu yazıda bu durumun tarihsel ve kültürüler alt yapısını inceleyerek konuşmak istiyorum. Bu bağlamda kültürü konuşmak, bunun tarihsel sürecini incelemek, bu uzun konuya başlamak için kaçınılmaz oluyor.

Nedir kültürü konuşmak? Biz hangi bir dünyaya aittik, geleneksel olarak taşıdığımız değerler nelerdi, ailenin, ulus devletin kurulması ve onun parçalanması, şekil değiştirmesi süreçleri hangi çatışmaları içeriyordu? Bunlara baktığımızda Osmanlı’nın modernleşmesini II. Mahmut döneminden birtakım reformist şeylere bağlayabiliriz ki, bu da arkasından III. Selim’in, II. Mahmut’un sürdürmeye çalıştığı şey ve Abdülmecid’in bir ölçüde devam ettirmeye çalıştığı şeyin, Meşrutiyet üzerinden Cumhuriyet’e devrolduğunu görüyoruz. Esas sorun, kültürel yapıların değişimini oluşturan itici güç, ekonominin altyapısında toplumsal yapıları nasıl belirlediğine ilişkindir ki, bir şekilde Marksist düşüncenin de temellendirdiği bu kavşaktan yürürsek, modern kırılmanın neler olduğunu da daha iyi okuyabiliriz. Birincisi, İtalya’da Rönesans’la başlayan ki Osmanlı’nın varlığıyla etkilenen bir Rönesans hümanizmi bütün dünya üzerinde çok büyük etkiler yaratan bir dönüşüm sürecinin tetikleyici unsuru. Rönesans hümanizminin antik dünyayla kurduğu ilişkiler, yani geçmişle kurduğu ilişki bir model olarak bütün modern kırılmalara problem olarak aktarılıyor. Aynı şekilde arkasından gelen toplumsal yapıların değişimini tetikleyen köylü isyanları yani tarım temelli, tarım ve işgal temelli geleneksel Avrupa ve Osmanlı İmparatorluk modellerinin ekonomisini üreten, sermayenin merkezileşmesini sağlayan yapıların artık miadını doldurmuş olması. Bu aynı zamanda liberalizmin gelişmesi, burjuvazinin gelişmesi ve sanayi üretimi ile birlikte yeni sınıflar üzerinde yeni anlamların kurulmasını tetiklediği sürece de denk geliyor. Üretim biçiminin manifaktür üretiminden, atölye üretiminden, lonca üretiminden fabrika üretimine doğru kayması, onun hızlı bir şekilde sınıflaşmayı, işçi sınıfını inşa etmesi, onun iş bölümü, metalaşma ve seri üretim sorunlarının bireyin olgunlaşması karşısında şeyleşmesi sürecinde tetiklemesi, bunların getirdiği anlam boşlukları, bu kırılmaların toplumsal depresyona yaratıcı olarak katkıları ve müdahaleleri. Bütün bunlar, özgür düşünen ve düşünmeye çalışan entelektüel bilinci de başka uğraşlarla karşı karşıya bırakmıştır. O zaman insanların en çok karşısında problem edindikleri, eşitlik, özgürlük ve kardeşlik sloganının arkasından varoluşsal bir itkinin de öne çıktığını görüyoruz. O da bireyin “ben kimim, neyim?” sorusuyla karşı karşıya kalması. Bireyin kendi kendine sorduğu bu varlık, yani ontolojik dediğimiz soru, esasında hem gündelik hayatını belirleyen hem varlığının bütün tehdit unsurlarını sorgulamaya iten bir gerekçeden konuşuyordu. Aile yapısı varsa, parçalanıyor; bildiği üretim modeli, parçalanıyor; devlet ve ilişki, toplumsal düzen kurucu unsur dediği yapılar yıkılıyor, yerine başka yapılar çıkıyor. Üretim ilişkilerinin tamamı değişiyor. Aynı zamanda bütün bunların yarattığı kültürel formasyonlar yıkılıp yok oluyor. İşte Berman’ın buna “Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor”[1] dediği süreç olarak bunu özetlemek mümkün.

Bu şekilde anlamlandırmak, her şeyi özetleyebiliyor. Fakat bunun sanatlarda, kültürdeki karşılığına baktığımızda, ilk değişimi Rönesans’la beraber kültür ve sanatı hümanisttik bir bağlamda yeniden tanımlamasını görebiliyoruz. Ki Rönesans resmi, heykeli, müziği dediğimiz sürecin insan ölçekli boyutu ilk defa güzellik kavramını gündeme getirmesi ve sanatçı özneyi ilk defa kendi varlığı ile beraber düşünceye itmesi, sanatta benliğin, üslupçuluğun, bireyselliğin estetik bir dil olarak kendini yeniden inşa etmesi. Bunun edebiyattaki uzantıları Montesquieu’ya kadar uzanan kültürel altyapısı Rönesans’ın modern dünyaya doğru evriminde tetikleyici bir unsur oluyor. Buradan hareket edersek, modernlik Sanayi Devrimi ile beraber Fransız Devrimi’nden sonra bağımsızlaşan, burjuva yaşam biçiminin özerkliğinin getirdiği “Bırakınız yapsınlar, bırakınız etsinler” dedikleri bir serbesti alanının sanatta bireyin artık tamamen otonom ve özgür olduğu bir dünyanın başladığına işaret ediyor. Yani burada ideolojinin bahsedilen ideayı, ütopik ideayı bir şekilde nasıl maskelediğini görüyoruz. Çünkü birey hiçbir zaman kendi yaşam koşullarının dışında böyle bir özgürlüğe sahip olmuyor. Söylemsel olarak ortaya atılan bu özgürlük tanımı, estetik alanda da sanki özgürlüğün yaşamdaki tamamlanmamışlığını, sanatın kendi alanlarında tanımlayabiliyormuş gibi bir alan doğmasına yol açıyor. Bu da sanatçı bireyselliğin özerkliğini bu özgürlük yanılsamasıyla beraber düşünmek gerekiyor. Bu yanılsamanın en karakteristik özelliği resimde bireysel dilin ortaya çıkışı, işte fırça vuruşundan üslupçuluğuna kadar, renk seçiminden anlatı örgütlemesine kadar bütün biçim ve formlarda bizim “Ya bu eser falancanın işidir” diyebildiğimiz bir ayrışmanın başlaması. Fakat bunu burjuvazi ve modernite aynı zamanda bu özgürlük yanılsaması olarak öyle bir şekilde üretiyor ki, sanki her sanatçının kendi özgünlüğünü oluşturması ve savunmasının gerçekten kaçınılmaz ve olması gereken bir süreçmiş gibi dayatılmasını da gerektiriyor. Burada hemen arkasından sanatçıların akademik eğitimle birlikte aldıkları bu disiplin üzerinden birbirleriyle rekabetçi, arka arkaya farklılıklarını dayattıkları, birbirlerine karşı da entelektüel ortamda savunup, tartışmaya açtıkları, dayattıkları bir süreci başlatıyor. Bu sürecin başlaması hem serbest piyasa rekabetçiliğine çok paralel bir ortam oluşturuyor, kültürel ortamda da aynı şekilde bir rekabetin doğmasını hatta arka arkaya izmleşmesini işte 1800’lerin sonlarından 1900’lerin ortasına kadar izlediğimiz izlenimcilik, empresyonizm, ekspresyonizm, kübizm dediğimiz, Dadaizm dediğimiz, sürrealizm dediğimiz hatta sitüasyonizme kadar birbirini tetikleyen bir sürü “izmin” doğmasına neden oluyor. Bütün bunların hepsi de aynı zamanda birbirinin arkasına gelen bir “yeni” kavramını gündeme getiriyor. Yeninin kaçınılmaz olduğu, var olanın sürekli bozulması, kırılması ve yerine yeninin tıpkı moda söyleminde olduğu gibi inşası bugünkü tüketim ekonomisinin de yahut işte yine gündelik hayatta karşılaştığımız sürekli yeniyi icat etme tasasının da gerekçesini oluşturuyor.

Tabi ki bu da bir çerçeve ve ideolojik anlamda icat edilmiş bir çerçeve. Bunun illa böyle olması gerektiğine ilişkin herhangi bir dayatmanın savunusu olamayacağı gibi, başka birçok zengin alternatifi de var. Fakat bunu genel ideoloji, piyasa ve aynı zamanda kültürel ortam hiçbir şekilde gündemden düşürmüyor ve sürekli bu yenilenme kavramını gündemde çok sıcak tutarak piyasanın hareketliliğini sağlıyor. Ki bunu bugün fuarlarda, sanat fuarlarında sanatçıların inisiyatif olarak birbirleriyle yarıştıkları, atölye olarak yarıştıkları bütün ortamlarda modaya paralel bir davranış olan okumamız çok mümkün. Modernist kırılmanın tabi yeniyi dayatmasının beraberinde getirdiği bir problem var, o da eskinin ne olacağı yahut da eskinin neliği. Muhafazakâr düşüncenin sürekli olarak eskiyi kendini yenilemenin karşısına koyduğu bir savunma mekanizması, bir korunma mekanizması olarak korumaya çalıştığı, muhafaza etmeye çalıştığı şey, esasında insanlığın tarihi. Zaten burjuvazinin ortaya liberalizmin ilk çıkışı ile beraber muhafazakârlığın da korumacı bir unsur olarak hatta romantizmin 1780’lerden sonraki ilk reflekslerinde gördüğümüz, korumacı, sahip çıkmacı mantığı da bu ait olunan ve bir tür yaşanmışlığın deneyimi ile hatta bireysel değil, toplumsal yaşanmışlığın deneyimi ile oluşmuş bütün birikimleri bir değer olarak atfetme ve onu korumaya çalışma çabası. Muhafazakar düşüncenin muhafaza etmeye çalıştığı bu süreç, esasında insanlığın tarihsel birikimine de denk düşüyor ve onun için de historisizm dediğimiz, tarihselcilik anlayışı da aynı süreçte bunu korumayı, dile getirmeyi, sahiplenmeyi tarihçilik anlayışı olarak da ideolojikleştiriyor. Bu tarih mantığı ile baktığımızda, esasında insanlığın tüm değerlerinin tarihsel birikimini reddetme, yıkma, kırma ve yeniden kurma süreçleri kapitalizmin kendini inşa süreçleri olmasına rağmen, bizim sahip çıkmamız gereken yanında muhafazakârlıktan ayrılması gereken bir aralığı da problemli hale getiriyor. Yani biz hem kapitalizmin yenilikçi anlayışı, bir yandan da muhafazakârlığın geçmişe bağlanma ve illaki onu koruma anlayışı arasında bir alanda konuşmak ve cümle kurmak zorunda kalıyoruz.

Neyi tercih ettiğimizi iyi tanımlamak, esasında bizim hangi çizgi üzerinden kendini kuracağının da temel problemini tarif ediyor. Burada Marksist düşüncenin esas ortaya koyduğu şey, dönüşüme ve değişime sahip çıkmak, üretim ilişkilerinin kendini yenilemesine sahip çıkmak ama bunun insana ve insanlığa değer olarak kazandırdığı toplumsallık üzerinden konuşmak problemi, ana ayrımın birinci basamağını oluşturuyor. Bunu oluştururken, bizdeki modernitenin kuruluşuna paralel olarak kapitalizmin yahut bizdeki yerli burjuvazinin oluşumuna yönelik problemleri de ayırmak gerekiyor. [i]


[i] Not: Bu yazı Feyyaz Yaman ile yaptığım sohbetlerden aldığım notlardan çıkt, bazıları direkt onun cümleleridir.[i]


[1] Bknz: Marshall Berman “Katı Olan Herşey Buharlaşıyo” İletişim Yayınları

Üretimleri genel olarak heykel, enstalasyon ve video odağında olan bir sanatçıdır. Aynı zamanda güncel sanat alanında çeşitli yazılar yazar.