Siyahın her bir tonunda geçmişin hislerini bugünle vücut buldurtan; sembolist öğelerle, sözünü, duygusunu, ruhunu yarattığı dünya içerisinde izleyiciye sunan Ülkü Yılmaz ile Decollage Art Space’de açılan ve sanat koordinatörlüğünü Hakan Kürklü’nün yaptığı son sergisi “Unnamed”i ve sanat hayatının detaylarını Sanat Okur için konuştuk.
Bir sanatçının dünyasına girebilmek, eserlerini anlayabilmek için önce o sanatçıyı iyi tanımak gerektiğine inanıyorum. Ülkü seni daha yakından tanımak adına bize sanata olan ilgini, resme nasıl başladığını, üretimlerinin bu hale geliş sürecini anlatır mısın?
Bilgisayarın hatta televizyonun dahi yaygın bir biçimde henüz hayatlarımızda olmadığı, kitaplarla gerçekten dostluklar kurduğumuz, hem eğlenmek hem öğrenmek için onlara hakikaten ihtiyaç duyduğumuz zamanlardan birinde masal kitaplarımdaki karakterleri kopyalayarak ilk desenlerimi yapmaya başladım diyebilirim…. Sonrasında bu masallar yerlerini mitolojik öykülere, sanat eserlerini müzelerde uzun saatler izleme eylemi ve onları kopyalayarak farkına bile varmadan desen pratiği yaptığım bir döneme bıraktı … Her daim dünyayı görme, algılama ve anlama biçimim belki zamanın bir yerinde antik çağlarda yaşadığına inandığım kalbim aracılığı ile oldu… Dolayısıyla hiçbir zaman kendimi günümüz dünyasında hissetmedim, ev gibi hissettiğim mekanlar sadece müzeler oldu … Elbette okullardan öğrendiğim bir çok şey oldu yaşamım boyunca fakat müzelerin bana öğrettikleri sadece tek bir eğitmenin bağlı kaldığı bir kitap veya müfredattan veya bakış açısından çok daha fazla olmuştur … Hakikaten insan ait olmadığı hiçbir yere tam anlamıyla sığamıyor dolayısıyla kendim için öyle bir hayat yarattım ki, yorulduğumda dünyadaki bir çok müzede dinlenebildim, kimi zaman ziyaretçilere eserleri anlatarak kimi zaman geçmişin yaralı başyapıtlarını restore ederek çalıştım ve bütün bu süreçlerin içinde hep var olan sanatımı üretebildim… Başka türlü bu dünyada eski çağlara ait ruhum nasıl hayatta kalırdı inanın bilmiyorum… Bu öylesine romantik bir bakış açısının söylemi değil… İnanın başka türlü bir yaşam biçimini hayal bile edemiyorum… İşim, boş zamanımı değerlendirme biçimim, tatillerim her zaman sanatın var olduğu mekanlarda idi… Fakat tuval üzerinde kendimi ifade etme yolculuğum ve bu yolculukta bütün samimiyetimle paylaştığım hikayem en gerçek olduğum yer oldu… Şu anda işlerim üzerinden şahit olduğunuz dünyam bir gecede oluşmadı elbette … Hayat iyisi ile kötüsü ile bir çok tecrübeyi beraberinde getiriyor… Muhtemelen en zor olan kendimizi ait hissetmediğimiz bir dünyada sıkışıp kalma duygusudur… Ben bu dünyada aitlik hissini sadece işlerimde buldum… Resimlerimde anlattığım hikaye yalnızlığımda, uçurumların eşiğine geldiğim anlarda geçen kendi peri masalım… Yaklaşık 10 yıldır bu masaldaki duygularım ve anlattığım öykü hep aynı kalırken resimlerim, desenlerim zaman içinde evrildi ve aslında şu anda bir sanatçı olarak kendimi ifade etme yolculuğum tam olarak nerede başladığını hatırlayamadığım, sanki var olduğumdan beri hep oradaymış gibi hissettiğim çok eski zamanlardan birinde oluştu…
Restorasyon ve konservasyon bölümü mezunu ve bu alanda çok iyi yerlerde çalışmış, çok önemli eserlerin restorasyonunu yapmış birisin. Hatta restorasyonların ve sanatın üzerine yazılmış bir tez var ki bu çok kıymetli bir şey. Restorasyon pratiğinin kendi sanat üretiminle nasıl bir ilişkisi var?
Bundan bir kaç yıl önce bir fuarda karşılaştığım bir ressam bana çok yetenekli olduğumu ama restorasyon bölümü mezunu olduğumu söylememem gerektiğini söylemişti. Şöyle ki; Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sanat Eserleri Konservasyonu ve Restorasyonu Bölümü mezunu bir sanatçı olarak hem okulumun hem de bölümümün adını her fırsatta söylüyorum ve söylemeye devam edeceğim. Sanat tarihimiz açısından önemli eserlerin restorasyonunu ve çalıştığım bazı kurumlarda restorasyon laboratuvarlarının geliştirilmesi ve anlaşılması için elinden geleni yapmış eski bir restoratör olarak restorasyonun hayatımda olduğu kısa diyebileceğim bir süre içerisinde etik bir bakış açısı ve pratiği ile mesleğimi yaptım. Açıkçası restorasyon pratiğimin değil de bölümümü okurken edindiğim desen pratiğimin işlerimin etkisi açısından çok önemli bir desteği olduğuna inanıyorum zira mezun olduğum bölüm ressam değil, restoratör yetiştiriyor ve hatta mesleki anlamda ülkemizin en iyi resim restoratörlerini yetiştiriyor diyebilirim. Restorasyon son derece bilimsel bir alandır ve sanat üretimi ile herhangi bir ilgisi yoktur. Restorasyon uygulaması esnasında eser kimin olursa olsun, ne kadar önemli ve değerli olursa olsun meslektaşlarımın tamamı için o, sadece iyileştirilmesi gereken bir hasta olarak kabul edilir. Mesleği yaparken bu ayırıma son derece etik kurallar çerçevesinde bağlı kaldım ve aldığım eğitimin sonucu olarak restoratör Ülkü ve resim yapan Ülkü birbirleri ile hiçbir zaman karşı karşıya gelmediler. Ülkemizde henüz etik ve pratik anlamda bir çok kurum tarafından anlaşılmayan mesleki eğitimim esnasında sadece son derece sağlam desen eğitimi almış olmam ve rengi bir çok farklı açıdan öğrenmem ressam kimliğim için büyük bir artı oldu elbette. Resim bölümü ile aynı içeriğe sahip desen eğitimini alırken aynı zamanda renk teorisi ve sanat tarihinin her biçiminin yanı sıra başka bölümlerin erişemediği, Türkiye’ de tek olan ve sanat tarihini eserler, sanatçılar üzerinden en bilinmeyen öyküleri ile öğrenme fırsatımızın olduğu Restorasyon Tarihi dersini de aldım. Dolayısıyla mezun olduğum bölüm bizleri ressam olarak mezun etmiyor olsa dahi, desen pratiğinin yanında, sanat tarihine de beni ruhen çok daha fazla yaklaştırdığı için bu dersler sayesinde benim gibi dünyayı kalbi ile algılayan birinin kendini ifade biçimine katkısı olmadığını söyleyemem elbette. Fakat beni tanıyan ve bir restoratör olarak işlerime şahit olan herkes bilir ki; çalıştığım zamanlarda hiçbir zaman iki mesleğin birbirlerinin alanlarını işgal etmelerine izin vermedim… Birini seçmek zorunda olduğum, bir sanatçı olarak söylemek istediklerim ruhuma sığmamaya başladığı andan itibaren bir an bile düşünmeden restorasyonu bırakma kararı alarak sadece resimlerime odaklandığım bir hayat tarzını seçtim.
Resimlerinde tekrar eden imajlar; göstermek, belki yüzümüze vurmak istediğin, belki ısrarla anlatmak istediğin bir şeyleri sembolize ediyor. Kalp gibi, kafatası gibi… Sanat tarihinde de çokça kullanılan imajlar. Senin için nasıl bir bağlam taşıyor? Sanat tarihindeki anlatımlarıyla bir ilişki kuruyor mu?
İlham aldığım ve beni motive eden sanat eserleri geçmişin dünyasından, günümüzde varlıklarını müzelerde sürdüren karşılarında iken kimi zaman bana bilincimi kaybettiren, kimi zaman dehşete düşüren, ve her karşılaşmamızda yetersiz hissettiren eserlerdir.. Bu duyguların hiçbirini “güzel” olarak isimlendiremem… Ama şunu söyleyebilirim; bu kadar yoğun duygu değişiklikleri bana resim yaptıran, her defasında yeniden keşfettiğim biçimlerde söyleyemediklerimi tuval üzerinde kendime ait bir dile dönüştürmemi sağlayan anlardır… Böyle karşılaşmalar şiirle ilgilenen birini şair, hikaye ile ilgilenen başka birini yazar yapar… Dolayısıyla güzelin ötesinde mucizelere bakar gibi hissediyorum geçmişin izlerini duygularını taşıyan sanat eserlerini izlerken… Günümüz sanatında beni bu derecede heyecanlandıran hiçbir eserle karşılaşmadım henüz… Bu resimlerin tekniklerinden önce duyguları beni en çok etkileyen tarafları. Özellikle mitolojik hikayelerin ve bazı dini sahnelerin betimlendiği eserler işlerime ilham olmuştur. Mesela Şu anda Decollage Art Space’ de devam eden güncel solo sergim “Unnamed” deki “Self- Icon” işimde bir ikona göndermesi varken, portrenin yüzündeki ifadenin duygusunu Rönesans döneminde Meryem’ in betimlendiği bazı işlerde hissedebilirsiniz. Zira Eserin genelinde hissedilen, verniği sararmış antik bir tablo hissi veren renk kullanımındaki nötr tavır, portreyi, elleri ve aslında izleyicinin odaklanmasını istediğim sanatçının kırık kalbini koruyan yıllanmış konserve kutusunu odak noktasına yerleştiriyor. Bu eserin sevdiğim yanlarından biri çağdaş bir yoruma sahipken duygusu rönesans’ ın, barok dönenim sanatına ait… Yine aynı sergide yer alan başka bir figürün ters, kurukafanın düz bir betimlemeyle izleyiciye baktığı resmi İspanyol sanatçı, Francisco de Zurbarán’ ın “Saint Francis of Assisi in His Tomb” adlı eserinden aldığım ilhamla yaptım. Sözünü ettiğim bu iki eser ilham aldığım işlerin duyguları ile neredeyse paralel fakat düşünülenin aksine resimlerimde çokça kullandığım kurukafa ve kalp sembolleri vanitasa veya gotik bir tavra gönderme yapan birer imge değiller… Bu sembollerle duygusal ve psikolojik bir bağ hissettiğimi işlerimi gören herkes anlayabilir. Onlar benim için anılarımı, hislerimi ve deneyimlerimi anlamlı ve etkili bir şekilde ifade edebildiğim en güçlü semboller… Gerçekten o kadar güçlüler ki, yaratıcılığımın sınırlarını inanılmaz derecede zorluyor ve konuyu yorumlamanın yeni yollarını keşfetme konusunda beni duygularımın en derin noktalarına doğru itiyorlar ve bu his beni her yeni resme başlama yolculuğumda son derece heyecanlandırıyor… Şimdilerde ve uzun bir süredir kalp ve kurukafayı işlerimde genel olarak kullanıyorum fakat gelecekte belki başka bir sembol bana çok daha güçlü bir ifade ile kendimi anlatma konusunda yardımcı olacak dolayısıyla işlerimi üretirken duygularım hariç her şeyin değişebileceği bir yaklaşımla bu yolculuğa devam etmekteyim.
Son sergin şuan Decollage Art Space’de “UNNAMED” isminde, insanı tam bir Ülkü Yılmaz dünyasına sokan bir ruha sahip. Bu serginde; uzun süredir seninle bütünleşen kalp ve kuru kafa imajlarının yanında ilk kez sanat tarihinden beslendiğin ikonik bir işin imajı var. Bize bu işin ortaya çıkışını anlatır mısın?
Bir önceki soruya cevap verirken gelecekte belki farklı bir sembol hikayeme dahil olacak demiştim, aslında bu sembol “Unnamed” sergisi ile beraber hikayeme dahil oldu bile. Piero Manzoni’ nin ‘Artist’ s Shit’ eserinden temellük ettiğim bir betimleme sergide son dönem işlerimden üçünü domine ediyor ve bundan sonraki süreçte yolculuğumu belirleyecek bir ilhamla bu işi çok fazla hissediyorum… Şimdiye kadar kalp sembolünü anatomik biçimi ile betimlerken bu sergi ile beraber bu imge Piero Manzoni’ nin ‘Artist’s Shit’ konservesine “Artist’ s Heart” söylemi ile girdi ve sanatçının kalbini kırık, yaralı ve hassas gibi bir çok duygu ile beraber korumaya alınmıştır şeklinde kendi öykümde önemli bir yer buldu. Piero Manzoni, vefatından yaklaşık iki yıl önce “Artist’ s Shit” işini üretti. 90 konserve kutusundan oluşan ve başlıklarının üç farklı dilde olduğu bu seri, özellikle hem gösterilene hem de algılanana yönelik son derece kışkırtıcı sorgulamaların olduğu bir meydan okuma eylemiydi. Manzoni bunları dönemin altın piyasasına göre fiyatlandırdı ve kendi atıklarını altın ağırlığına göre sattı. Kutuların gerçekten Manzoni’nin dışkısını içerip içermediği konusunda bazı tartışmalar hala sürüyor, konserve tenekelerinin alçıyla doldurulduğu iddialar arasında ancak günümüzde, kesin içerik neredeyse konunun dışında kalmış durumda. Manzoni, aslında yeni dünyada sanatçının adının önemli olduğu, sanatçının doğrudan katılımının veya yeteneklerinin önemsiz göründüğü ve küresel bir pazarın en aşağı seviyedeki nesneleri bile destekleyebildiği bir sanat türüne dair göndermelere sahip bir iş üretmişti . Piero Manzoni’ nin konservesinin içine “sanatçının kalbini” göstermeden saklayarak bu derece kışkırtıcı bir eseri kendi hikayeme etkili, akılda kalıcı, duygusal ve bir taraftan da romantik bir söylemle yerleştirmiş oldum. Ve elbette saydığım bu duyguların hiçbirine Manzoni’ nin işinde yer yok, ilhamın geldiği yerin kışkırtıcı söylemi tartışılamaz elbette aynı şekilde bir sanatçının yani benim en hassas duygularımın yüzyıllar boyunca saklanıp korumaya alınacağı yer neden Piero Manzoni’nin « Artist’ s Shit » konserve kutuları olmasın? Sanırım bunun için sanat tarihinde daha radikal ve güvenli bir yer bulamazdım. Bu fikri eğer ben bulmamış olsaydım ve başka bir sanatçının öyküsünde benzer bir tavırla yer verildiğini görseydim muhtemelen çok kıskanırdım çünkü yukarıda saydığım bir çok sebepten dolayı Manzoni’ nin işini eserin üretilme niyetinin çok dışında ve eser hakkında hala devam eden tartışmaların çok ötesinde bir yerde konumlandırdım, öyle zannediyorum ki Manzoni’ nin konservelerinde bir kalbin bir çok duygusunu koruma altına aldığım işlerim bir gün sanat tarihinde temellük edilen işler arasında kendilerine kalıcı birer yer bulacaklar.
Bir sergin; Kadıköy Boa Sahne tiyatro salonunda, karanlıkta, dramatik aydınlatma ile izleyiciyi tiyatro oyununa sokar gibiydi. Bir sergin Galeri FE’de antik çerçevelerin ağırlıkta olduğu müzevari bir duvar sergilemesi ile benchle karşısında oturup müzede bir sergi izler gibi bir duyguya sokuyordu izleyiciyi. Şimdi Decollage Art Space’deki sanat koordinatörlüğünü Hakan Kürklü’nün yaptığı son serginde ise sergi salonuna girdiğimizde bizi saran, sanatçı İrem Hakyemez ile birlikte ürettiğiniz dijital çalışmadaki kalp atış sesi ile az önce dediğim gibi tam bir Ülkü Yılmaz’ın bedeninden içeri ruhuna, kendi dünyasına izleyiciyi davet etmişsin gibi bir hal var. Bu sergide sanki daha çok sen, daha çok sırlarını özelini paylaşmak isteyen bir Ülkü Yılmaz varmış gibi. Senin için nasıl bir sergi oldu?
Bu sergiden sonra İstanbul’ da gerçekleştireceğim solo sergilere uzun bir süre ara vereceğim ve yolculuğuma bir süre Fransa başta olmak üzere farklı ülkelerde devam edeceğim. Dolayısıyla sergiye hazırlanma sürecimde aslında ülkemde yapacağım son solo sergimin bilinçaltına sahiptim ve aynı zamanda yaşamım boyunca ilk defa restoratör, rehber, eğitmen kimliklerimi tamamen hayatımdan çıkardığım sadece sanatçı olan ülkü ile baş başa kaldığım, gecesini gündüzünü işlerim için kullandığım neredeyse hiç atölyemden ayrılmadığım son derece üretken bir yıldı. Ruhumla, kalbimle, duygularımla çalıştığım, aklımı tamamen kaybettiğim sergi hazırlık sürecimin sonunda işlerimi galeride yerleşmiş halleri ile görünce kalbimin bedenimin dışında attığını ve onu izleyicinin eline verdiğimi hissettim… Bu ifade biçimi gözlerimi dolduruyor şu anda ama hissettiklerim dile getirebildiklerimin çok ötesinde… Meditasyon benzeri manevi pratiklerde insanın kendine döndüğü söylenir… Çalışmalarım da, kendimi sorgulamanın, keşfetmenin ve ifade etmenin manevi bir pratiği aslında … Atölyede geçen zaman ne kadar bana özelse sergi alanında gerçekleşen her bir yerleştirme de izleyici için o kadar özel olsun istedim… Kalbimle gördüğüm bu dünyayı kendime saklamak istemiyorum, göstermek, paylaşmak ve hissettirmek istiyorum… Beni çok duygulandıran bu sorunun içinde sözü geçen bütün sergileme biçimlerinden ziyade aslında kendimi ifade etme şeklimin sadece tuval üzerinde bana yetmediğini söyleyebilirim. İzleyici sadece görsel yolla değil, işitsel olarak da işlerimi hissetsin istiyorum. Devam eden solo sergim “Unnamed” de bulunan büyük kırmızı bir kalp anatomisi olan ‘Awareness of the Void’ eseri çok sevgili sanatçı arkadaşım, İrem Hakyemez tarafından dijital ortamda hareketlendirilip, gerçek kalp atışı sesi ile eş zamanlı olarak bir araya getirildi. Gerçek kalp atışı sesi bir tık daha hızlı ve gürültülü iken İrem bu sesi dijital ortamda temizleyerek yavaşlattı ve bu durum izleyicinin hem gerçek zamanlı bir biçimde kalp atışını görüp hem de sesi ile beraber hissederek bütün işlerimin duygusunu zen etkisi ile tecrübe etmesine vesile oldu. Kendisine bunun için bir kere daha teşekkür etmek istiyorum, İrem hakikaten kalbimin bedenimin dışında atmasını fiziksel açıdan sağlamış çok ama çok yetenekli bir sanatçı arkadaşım.
Serginin sanat koordinatörlüğünü Hakan Kürklü yaparken, metni, her birine cevap vermekten büyük keyif aldığım bu söyleşideki son derece özel ve titiz hazırlanmış soruların sahibi ve aynı zamanda Galeri Fe’ nin uzun zamandır yöneticisi olan, işini sanat dünyasında şahit olduğum en etik,ve disiplinli bir yaklaşımla yapan, çok değer verdiğim ve sevdiğim Esin Koçuk tarafından kaleme alındı:) Öyle ki, Türkiye de uzun bir aradan sonra yapacağım bir sonraki solo sergimin Esin’in küratörlüğünde gerçekleşmesini diliyorum. Dolayısıyla hem beni tanıyan insanlarla çalışmak hem de Decollage Art Space’ in kurucusu Viktoria Hanım’ ın ve sevgili Melisa Şahin’ in Türkiye şartlarında daha önce şahit olmadığım bir yaklaşımla, bir sanatçıya sağlayabilecekleri bütün imkanlarından yararlanarak kalbimdekinin gerçekleşmesini sağlamak ortaya çıkan işin çok daha etkili ve akılda kalıcı olmasına neden oldu. Bütün saydığım bu etkenler bir araya geldiğinde şu sıralar İstanbul’ da gerçekleşen en iyi solo sergilerden biri olan ‘Unnamed’ bir ekip işi. Bir sanatçı olarak bir süreliğine veda edeceğim ülkemdeki son sergimin beni bu kadar iyi anlatıyor olması son derece motive edici ve ilham verici…Bu vesile ile emeği geçen herkese bütün kalbimle çok ama çok teşekkür ederim.
Sergide çokça seni görüyoruz. Kendi figürünü kullanan bir sanatçı izleyiciye ne anlatmak istiyor? Sen bu noktada ne anlatıyorsun?
Sanat tarihinde kendi otoportresini betimleyen ilk kadın sanatçı Caterina van Hemessen’, Caravaggio, Albrecht Dürer, Rembrandt, Gustave Courbet, Lucian Freud, Louise Bourgeois, Cindy Sherman şu anda aklıma gelen ve kendi portrelerini işlerinde defalarca kullanmış olan sanatçılardır. Kendini betimleyen bir sanatçı için otoportre kendisi hakkında ne hissettiğini ve zamanın bir noktasında kim olduğuna dair bir bilgi veya yaşamı, çevresi ve hatta ruh hali hakkında birer görsel belge olabilir … Ayrıca otoportreler sanatçıların benzerlik yakalama, ışık ve gölgeyle çalışma ve farklı teknikleri deneme gibi teknik becerilerini geliştirmelerinin ve pratik yapmalarının bir yolu olabilir. Veya portreleri aracılığıyla hem fiziksel hem de psikolojik olarak kendi kimliklerini keşfetme yolculuğu olabilir … Şeklinde bu liste uzar gider…
İlk defa kendi otoportremi üniversite eğitimim esnasında desen dersinin ödevi olarak yapmaya başladım sonrasında bu tavır kendimin en ulaşılabilir model olduğunu keşfetmemi sağladı ve her zaman her yerde desen pratiği yapma konusunda çok destek oldu. Ve zamanla öyle bir hale geldi ki, desenin mükemmel olması gerektiği kaygısı gibi teknik her türlü dürtüyü unutarak duygularımı desen pratiğime dahil etmeye başladım… Bu noktadan sonra ise son derece öznel olan işlerim için kendimden başka bir modelin resimlerimde hissettirmek istediğim duygu hallerini fiziksel açıdan destekleyemeyeceğini farkettim … Şimdilerde işlerimde gördüğünüz otoportreler muhtemelen sadece beni andırıyor veya hissettiriyor çünkü artık ne aynaya ne de bir fotoğrafa bakıyorum bir benzerlik yakalamak için. Tamamı hayalden, yıllar öncesinde kalan ve her açıdan ezberlediğim ve teknik anlamda aynı biçimde betimlemeye devam ettiğim portrelerimden ibaret … Her ne kadar otoportrelerimin bana benzerliği 10- 15 yıl öncesinde zamanın bir yerinde durmuş gibi görünse de işlerimin duygusal etkisi çok daha farklı bir biçimde daha önce sahip olmadığı bir güce sahip …Otoportrelerimde yüzümün biçimsel birer tasvirinden ziyade doğrudan ruhumla yüzleştiğim bir tavır söz konusu ve onlar kendimde gizli olan benliğimin birer aynası. Dolayısıyla estetik açıdan okunabilme algısı ve kaygısının ötesinde her biri psikolojimin, ruhumun, duygu hallerimin ve varoluşumun ne olduğuna, kim olduğuna ve kendimi nasıl gösterdiğime dair birer tanıklık olarak değerlendirilebilir.
Berger alıntısı çok etkileyici. Sergiyi gezdiğinizde kendini çokça hissettiren bir hissi vurguluyor. Söyleyemediklerinin ciddiyeti serginin genelinde hakim. Çalışmaların bakmak ve duymak arasında gidip geliyor. Yani izleyicinin esere bakması ve baktığı eserden sanatçının söyleyemediklerini duyma çabasını vurguluyor. Daha önce yaptığın sergilere nazaran bu serginde izleyiciyle nasıl bir diyalog kuruyorsun?
Bundan birkaç yıl önce Fransa’ da Lascaux mağarasının replikasını görmüştüm, sahip olduğum en büyüleyici tecrübelerden biri idi…Picasso’ nun mağarayı gördükten sonra ‘ Aslında geçen 12 bin yılda hiçbir şey öğrenmemişiz’ sözünün doğruluğunu çok derin bir biçimde algılamıştım. Dillerden önce imgelerin olduğu bir dünyada “Kelime dağarcığımız çok fakir olduğu için hayatta başımıza gelen pek çok şey isimsiz kalır…” ifadesini bütün ruhumla hissederek, kendi duygularımın hiçbir dilde hiçbir kelime ile karşılığı olmayan öfkesini ve hayal kırıklıklarını resimlerimle isimlendirdim…
Dada hareketinin öncü sanatçılarından Marcel Duchamp, bir sanat eserinin tamamlanabilmesi için hem sanatçının hem de izleyicinin gerekli olduğunu, üretimin genellikle stüdyoda sanatçının tek başına çalışmasıyla başladığını ve dünyaya yayılıp başkaları tarafından görülünceye kadar tamamlanmadığını belirtmiştir. Atölyede geçirdiğim zaman tamamen kendime özel bir dünya ile sınırlı iken işlerim sergilenmeye başladığı andan itibaren izleyicinin onlarla nasıl iletişim- etkileşim içerisinde olduklarına, eseri izledikleri yerden nasıl yorumladıklarına, kendilerine ait bir dil yarattıklarına ve aslında bazen benim niyetimden farklı bakış açılarına şahit olmak beni hem şaşırtıyor hem de ilham veriyor. Bu sergide kalbim gerçek anlamda bedenimin dışında atıyor… Tabir- i caizse, onu izleyiciye teslim ediyormuşum gibi bir duygu bu…İzleyenin duygusuna bağlı olarak işlerimin nasıl değiştiğine ve dolayısıyla görsel ve aynı zamanda evrensel bir dile sahip olduğuna şahit olmak hakikaten mucize gibi…
Son olarak gelecek projelerinden, bu işlerin nereye evrileceğinden, ileride bizleri nelerin beklediğinden biraz bahsedebilir misin? Paris, Miami, Tokyo ve Londra gibi yurtdışı ve yurtiçinde bir çok sergi açtın, önümüzde yurtdışı projelerin var mı?
15 yıldır aynı öyküyü her defasında farklı kompozisyon, teknik ve malzemelerle farklı biçimlerde bir arayış içinde yorumlayarak betimlemekteyim. İşlerim sürekli bir evrim içerisinde ve aslında bu olmasa muhtemelen resim yapamam. En son dönemlerde yaptığım resimler her zaman yakın gelecekte üreteceğim eserlerin habercisi olmuştur dolayısıyla bir sonraki Paris kişisel sergimin kompozisyonları desen defterimde hazır bir biçimde beni bekliyor ve buna paralel olarak sanat tarihinin içinde çok daha fazla kaybolacağım bir seri gelecek. Bu defa yıllar ve yıllardır düşündüğüm ama bir türlü cesaret edemediğim uğruna seyahatler edip eserlerini görmek için her şeyi yaptığım bir sanatçının, Caravaggio’ nun hikayesinin içinde kendime bir yer bulmak istiyorum… Muhtemelen beni en zorlayacak işlerim bu hikaye ile gelecek dolayısıyla bu süreç için çok heyecanlıyım… Ayrıca son 1 yıldır Fransa’ da bir sanatçı birliğinin resmi üyesiyim, Eylül ayı itibari ile onlarla birlikte kimi zaman ortak kimi zaman solo olarak hareket edeceğim bir yıla merhaba diyeceğim ve aynı zamanda Londra ve Kyoto ile ilgili görüşmelerimin devam ettiği yeni projelerim var.