Portrait of a Lady on Fire

Aşkı Sonsuza Dek Var Etmek

13 Haziran 2020

– Gülümseyişini bile göremedim.
– Şakalaşmayı denediniz mi?

18. Yüzyıl, sanat, kadınlar, muazzam diyaloglar, kayalara çarpan dalgalar, şöminede çatırdayan odunlar, tutkunun alevleri, kitap sohbetleri ve Vivaldi ile enfes bir kapanış…

Sanattan ve aşktan biraz olsun anlıyorsanız eğer, naif görünerek durağan seyreden ancak özünde fevkalade metaforlar barındıran bu film sizi kesinlikle tatmin edecek. Çünkü her karesiyle, sinematografik açıdan -teknik şartlarda- incelendiğinde, art arda dizilmiş Rönesans tablolarını andıran bu film, sizi kendine çekmeyi başarmakla kalmıyor, iki saatin âdeta akıp gitmesine sebep oluyor. Belki abarttığımı, mübalağa ettiğimi, duygusal davrandığımı, aşırı romantik olduğumu düşünüyor olabilirsiniz, belki haklısınız, ancak burada sinema eğitimi almış, bugüne kadar sanata dair epey birikim yapmış, aşk adına yazmış ve yazmaya devam eden bir kadın yazar olarak, siz değerli okuyucularımla paylaşacağım naçizane fikirlerimi.

Her cuma, saatler gece yarısına vurunca iyi bir sanat filmi bulur, izlerim. Sanat adına deneyimlerime deneyim katmaktan zevk aldığım ritüellerimden biridir bu. Bu film de ne zamandır listemdeydi, oysaki hayatın bitmek bilmeyen telaşesi nedeniyle ertelemiştim. Evrende her şeyin bir zamanı ve nedeni olduğu gibi demek ki doğru zaman dün geceymiş diye düşünmekten alamıyorum kendimi. Yaklaşık iki ay önce tamamladığım dördüncü romanımı, Gustav Klimt’in “Water Serpents” isimli tablosundaki kızıl saçlı kadını izlerken, beynimde bir roman kurgusunun fragman gibi patlamasıyla ilham alarak yazmış ve o romanı tüm kadınlara ithaf etmiş olan ben, bu filmi izlerken, hiç şüphesiz daha derin bir etkilenme ve zihin uyanışı yaşamış olmalıyım. Şimdi, Vivaldi’nin müthiş ezgileri salonumun duvarlarında yankılanırken yazıyorum bu yazımı, dilerim hislerimi güzelce anlatabilirim hepinize.

2019 Fransa yapımı olan; Cannes Film Festivalinde En iyi Senaryo ve Queer Palmiye ödülünü almış olan, “Portrait of a Lady on Fire” yahut Türkiye’deki izleyiciye servis edilen ismiyle “Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi” isimli 2019’un en iyi filmleri arasında gösterilen filmimizi Celine Sciamma yöneterek, başrollerini Noemie Merlant ve Adele Haenel’in paylaşmış. Filmde yer alan ve neredeyse canlanıverecekmiş gibi duran tablolar da ressam Hélène Delmaire tarafından yapılmış, hatta filmde gösterilen eller ta kendisine ait.

18. Yüzyıl sonlarında geçen dönem filmimizin konusu kısaca şöyle; asil ve varlıklı bir ailenin kızı olan Héloise’in portresini çizmek için malikâneye getirtilen Ressam Marienne arasındaki bohem iletişimi, derin etkileşimi, aslında sanatsal manada yoğunlaşarak yükselen bir aşk hikâyesinin anlatımı. Her şey, Héloise’in annesinin, kızının portresini gizli saklı yapmasını Ressam Marienne’e söylemesi ile başlıyor. Bu aşamada Marienne, ressam kimliğini gizlemeli, rol kesip sadece bir arkadaş gibi görünerek Héloise’in yanında geçirdiği zaman boyunca onun yüzünü, mimiklerini, gülümseyişini zihnine kazımalı ve ardından da odasına gidip onu tuvale yansıtmalıdır. “Bu gizli kapaklı mevzuya ne gerek var ki?” diye soruyorsunuzdur muhakkak. Filmlerin konusu hakkında çok fazla detay vermeden inceleme yazısı yazmayı sevdiğimi bilirsiniz, ancak sizleri merakta bırakmak da hoşuma gitmiyor, bu yüzden heves kaçırmadan cevabı vermem gerektiğini düşünüyorum. İşin aslı ilginçtir; Héloise kendi portresinin yapılmasına oldukça karşıdır, onun bu asiliğinin altında yatan neden ise hiç tanımadığı bir adamla evlenmek istememesidir. Yani işin aslı, fotoğraf makinesinin henüz icat edilmediği ve resim sanatının soylular tarafından epey önemsendiği o dönemlerde, bu portre geleneği, evlenme çağına gelmiş kadınları koca adaylarına sunmak için uygulanan bir durumdur. Amma velâkin, iki kadın arasında cereyan eden bu arkadaşlık; kaçamak bakışlar, göz süzüşler, yürüyüşler, entelektüel sohbetler, nihayetinde beklenmedik bir tutkunun alevlenmesine de sebep olur. Ressam Marienne, modeli Héloise’de ilhamı bulurken, Héloise de hayata karşı umudunu –ressam olduğunu bir noktaya kadar bilmediği– arkadaşı Marienne sayesinde yeniden kazanır.

Filmin ortalarında geçen kitap diyaloguna gönderme yapan film sonundaki sahnelere, 28.Sayfa ayrıntısı ile aniden beliren portreye ve bilhassa Vivaldi’nin Violin Concerto in G minor ezgileri eşliğinde Héloise’de vuku bulan patlamaya hayran kaldım; oradaki durum çok fazla şey anlatıyor çünkü. “Onu son bir kez gördüm, ama o beni görmedi,” cümlesi bile çok fazla şey ifade etmeye kâfi. Hele, kadınların hayran kaldığım o ayinsel gecesinde, Héloise’in elbisesinin eteklerinin alev aldığı ve Marienne’in bir tabloya bakar gibi onu seyretmesi anında bana verdiği hissi, kelimelerin tükendiği nokta olarak tarif edebilirim ancak. Özetle yönetmen ve ekibi; bir kadının başka bir kadına bakışını, kadını farklı açılardan görmesini ve zihnine bir tablo gibi kazımasını kadraja öyle iyi almış ki, sanki bir ressamın gözlerinden bakarak izliyorsunuz her kareyi.
Sonuç itibariyle karşımıza, romantizmin akışıyla, dönemin görkemli sanatsal tasvirleriyle, klasik müziğin güçlü etkisiyle, aşkın hem yalınlığı hem de edebiliğiyle iç içe harmanlanarak kadınlığın amacını sorgulayan, aşkı anlatan bir sanat filmi çıkıyor ortaya. Tavsiyem şudur ki, sanat filmlerine yakınlığınız yoksa izlemek için kendinizi zorlamayın, sıkılabilirsiniz; zira, fazla durağan, fazla metaforik sahneleriyle izlerken düşündüren, tebessüm ettiren diyaloglara, ustaca kurgulanmış sahne geçişlerine de sahip bir film bu. Ki yine de iyi bir SanatOkur takipçisiyseniz –ki zaten sanat adına buradaysanız– fazla bekletmeden izleyeceğinize eminim.

Şahsen ben, filmi izlemeyi bitirdiğimde, “İşte! Ruh budur; sanat budur; aşk budur; aşkı sonsuza dek var etmek için, bir nehir gibi aşkı kalbe akıtan o kaynak ile sonsuza dek yan yana olmaya gerek yoktur,” dedim kendi kendime. Benim bile hikâyelerime ilham olan, bir teselli gibi sımsıkı tutuna tutuna yazdığım kendime ait savlardan biridir bu. Verdiği duygu ve mesaj çok net… Aşkı sonsuza dek var etmek için ona dokunmaya, onu görmeye, sürekli bir iletişim ve etkileşim halinde olmaya gerek yoktur. Aşk bir sanat eserinde ölümsüzleştiği gibi, kalpte varlığını sürdürdüğü müddetçe de ölümsüzlüğünü ilan eder. Söyleyecek çok sözüm olsa da, bir dahaki yazıya kadar başka sözüm yok, bırakalım da kendi diliyle sanat anlatsın tüm insani hisleri…

Sevgilerimle.
Şeyda AYDIN

-Yıllarca bunun hayalini kurdum.
-Ölmenin mi?
-Koşmanın.

Şeyda Aydın

ŞEYDA AYDIN ya da yurt dışında bilinen adıyla Sheida Aiden, 1981 İzmir doğumlu yazardır ve Dokuz Eylül Üniversitesi mezunudur. Aynı zamanda Türkiye'nin ilk Siberpunk/Solarpunk Queer yani Kuir Bilim-Kurgu romanlarının/hikâyelerinin yazarıdır. Queer Aşk, Ütopya, Distopya ve Paralel Evrenleri esas alan ve yayınlanmış olan eserleri sırasıyla şöyledir: “Diğer Evrenin Senaristi”, “Diğer Evrendeki Kadın”, “Parçalanmış Yansımalar” ve bir spin-off özelliği taşıyan "Kadınların Öldüğü Yer"
Nisan 2021'den itibaren SANAT OKUR platformunda yayınlanan ve başka bir spin-off olan "Veera'nın Seyahatnamesi" adlı edebiyat/hikaye dizisini ayda bir bölüm olmak üzere yazmakta/okurlarla buluşturmaktadır. İsim benzerleri ile karıştırılmadan güncel bilgiler almak için resmi internet sitesine seydaaydin.net adresinden erişebilirsiniz. 

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Önceki

Bugünlerde Ne Yapıyorum?, Ne Yapıyoruz? // Nil Has

Sonraki

Portfolyo: Mine Akcaoğlu

Kaçırmayın!

Delikli İlişkiler

Delikli İlişkiler Sergisi Müze Gazhane’de!

Partnerinizin bir sözü, bir eylemi ile ruhunuzda koca bir delik

Virüs ve Sanatın Ortasındaki Ben // Nil Has

Son zamanlarda elimdeki kitapları bitirmekte sorun yaşasam da bolca kısa