Sanılan kendilikle vedalaşmak için yapılan tanışma, ardından onunla buluşma, yola çıkma ve ayrılma… Nihayet gerçek kendine ulaşma ve onu yapılandırma serüveni.
”Güzel olan her zaman tuhaftır”
– Charles Baudelaire
Tuhaf değil mi? Klişe seçeneklerden kaçabildiğimiz ölçüde özgürüz ama klişe sorgularda bulunmadan bunu elde edemiyoruz. Kendimizi bulmak için bazen önce onu kaybetmemiz gerekiyor. Böyle genel yargılarda bulunuyoruz ama herkes kendi özelinde anlıyor. Sanatçı Benim Ben’im diyor, ben benim ben’im için kenara not aldığım yazılara bakma ihtiyacı duyuyorum. O zaman sanatçı ve ben kendimizi birbirimizle tanıyoruz. Varlığını kabul eden bir resimde kendine yer bulan bilinç sizi kendinizle baş başa bırakıyor. Bir tuhaflık oluyor, birini izliyorsunuz ve bir yandan kendinizi görmüş oluyorsunuz. Gördüğünüz kişiye benim diyorsunuz, tanıdık geliyor ama ne kadar sizsiniz bu? Annenizin, babanızın, öğretmeninizin, sevgilinizin ve çevrenizin izlenimlerini mi yansıtıyorsunuz yoksa? Peki sizdeki siz, görüyor musunuz onu? Ya da görmek istiyor musunuz? Bu daha belirleyici ve cesur bir soru.
Karar verdiyseniz gözlerimizi yavaşça açalım. Ne kadar da uykuya benziyor bu! Dogmatik bir uykudan uyanıp rüyanızı hatırlamaya çalışıyorsunuz. Eh derin bir uykuydu bu nasıl olsa… Bilinçaltımızı yorumlayarak rüyamızı analiz edelim şimdi. Aklınızın labirentlerinde tüm yakınlarınızı, büyüdüğünüz yerleri, biriktirdiğiniz anıları hatırlıyorsunuz. Ve şu an uyanık ve bilinçlisiniz. Herkes bir şey söylemiş değil mi? Aslında bazı şeyler sadece zorunluluktanmış. Bazı davranışların sebebini anlamaya başladınız. Duydukların, gördüklerin, öğrendiklerin hep bu davranışların belirleyicisi olmuş, onu fark ettiniz. Kim kontrol etmiş bu davranışları, ben mi gerçekten? Yoksa çevreniz mi? Yabancılaştınız mı ona? Endişelenme, kendinle tanışmaya şimdi başlıyorsun. Seni kontrol eden şeyleri ve sistemi anlamaya başlıyorsun. Kötü haber, anlam bulduğun çoğu şeyi kaybedeceksiniz ve muhtemelen depresif hissedeceksiniz çünkü “her bunalım kişinin daha önce inandığı şeye inanmamasıyla başlar.”
Ailen, çevren, yaşadığın ülke, yaşadığın şartlar, bulunduğun zaman gibi pek çok faktör fark ettiniz ama tam ifade edemiyorsunuz. Ve çok şanslıyız ki bizden önce birileri bunları anlatmış. Mesela Michel Foucault. O hitabetimizin -nasıl konuştuğumuz ve şeyler hakkında nasıl düşündüğümüz- büyük ölçüde kendimizi içinde bulduğumuz tarihsel koşullardan doğan bilinçsiz kurallarla nasıl oluştuğuyla ilgilendi. Ona göre dünya hakkında nasıl düşündüğümüz ve konuştuğumuzla ilgili sağduyulu altyapı olarak kabul ettiğimiz şey aslında bu kurallar ve bu koşullarla biçimlenirdi. Ancak kurallar ve koşullar zaman içinde değişirler; tabii ardından da bizim hitabetimiz değişir. Bu nedenle de insanların daha önceki nasıl düşünüp konuştukları hakkında kural ve koşulları su yüzüne çıkarmak için “arkeoloji”ye ihtiyaç vardı.
Kazıya başladık, kendimizi incelerken sistematik olarak buna hapis olduğumuzu fark ettik. Bilincimizin uyanmasını istemeyen bir şeyler olabilir mi? Takıntılı bir şekilde bunu kontrol eden bir şey? Var mı yok mu? Eğer varsa fiziğe göre gözlemleyicinin konumu, gözlemlenen fenomeni ve gözlem sonuçlarını etkileyecektir. Bu bağlamda eğer varsa ne kadar özgürüz? Panoptikon hala var mı? Varsa ne şekilde varlığını sürdürüyor? Niye bu kontrol sistemi bilmeye takıntılı? Foucault’un bu konuda bir fikri vardı. Hatta öznenin bilgi ve iktidarla olan ilişkisini incelerken biyo-iktidar kavramını ortaya atmıştı. Buna göre amaç, itaatkar, kurallara, düzene ve kendini kuşatan otoriteye boyun eğmiş ve otoriteyi içselleştirmiş bir birey yaratmaktı.
Günümüzde bu insan davranışlarının düzenlenme şekli değişti. Yani onları disipline ederek, mesai saatleri içinde istenilenleri yaptırarak… Bireyin davranış biçimleri bu şekilde normalize ediliyor. Eski müdahale biçiminin araçları yerini düzenli etkinlikler, sessizlik, saygı ve iyi alışkanlıklara bırakıyor. Bu alışkanlıkların hipnotize edici bir tarafı vardır. Ama bazen matrix’te gibi beyaz tavşanı görür ve onu takip edersiniz.
Sokrates de içlerinde olmak üzere ne demişti bilgeler; Gnothi seauton! Yani “Kendini Bil!”. Sokrates demişken onun en büyük bilgeliği durmadan sorular sorması değil midir? O zaman devam edelim… Bu kontrol sisteminin içinde kendimizi yaşamak için panoptikonu görmezden gelebilir miyiz? “Kendi Ben”imize kavuşabilir ve onu kendimizce oluşturabilir miyiz? Düşünelim! Kendimizi yargılamamayı ve kabullenmeyi başarabilirsek neden olmasın?
Doğalımızın bu tuhaf yolculuğunu güzel sanatlarla anlatan Ayşe Kıran, “Benim Ben’im” Solo Sergisiyle kendini tanıma yolculuğunu anlatırken, bizleri de bu sorgulara davet ediyor. Bilinçaltımızın labirentlerinden çıkmayı başarma motivasyonu portrelerin arka planında yer alan imgelerle ifade ettiği varlık alanındaki özgürlüğe geçebilmeyi sembolize eder. Kadın formundaki portreler, sanatçının “kendini bildiği” bedenliliğinin ve toplumdaki kodlarının empati düzeyinin yansımasıdır. İnsan kendini insanda tanır. Kadınların yüzlerindeki ifadeler izleyen, olmuş olanları kabul eden, arayıştaki kişilerdir. Resimde kullanılan spatula tekniği, önce tuvalle verilen sonra kadının yaşanmışlıklarına açılan bir mücadele hissiyatı verir. Renklerin canlılığı bu mücadelenin ne kadar yaşamdan olduğunun enerjisini gösterir. Soyutlanan arayış göstergeleri bireysel yolculuğa atıf yaparak parmak izleriyle, bazen labirentler, haritalarla, bazen mandalalar olarak karşımıza çıkıyor. Bazı karakterlerin üzerinde tekstil parçaları kullanılır, bunlar kişiselleşme yolculuğunda portrelerdeki kadınların özelinde yapılır ve kolajlar ile bu arayış teknik bağlamda da yerini bulur.
Kendini tanıma yolculuğunu sanatseverlerle paylaşan Ayşe Kıran’ın sergisi bizi kendimizle, başka suretler ile bağ kurmamızı sağlamış oldu. “Ben”ler tanışarak, belki bu yolculukla biz oldu. “Bu dünyada sihir diye bir şey varsa bu, birini anlamak, bir şeyi paylaşmak çabası olmalı.”
– Ars longa, vita brevis! – Sanat uzun, hayat kısa!
[…] Ayşe Kıran, geri çekilip başına bir şey gelmesini beklemiyor, hamlede bulunuyor. Sanatçının yolu da budur. Dünyanın başına gelen şey olmak. […]