Sonbahar ya da kışa özgü ağaç görünümleri… Soğuk, çıplak dal ve gövdelerden oluşan orman fragmanları… Tuvalin üçte birine hükmeden ağaç kökleri… Amniyotik sıvı içinde yüzen, ya da ormanda gizli bir mağarayı andıran ana rahmine yerleştirilmiş bebekler… Neonatal öncesi anne karnını tarayan bir kamera… Kılcal damarların insanı büyüleyen çokluğu ve sıklığı… Kül veya toprak rengi resim yüzeylerinde, sepya tonların ters düz edilmiş dramatik etkisi… Dişil bir zaman, dişil bir mekan.
Gerçekten böyle mi?
En baştan, kendim için basit bir ilkeyi vurgulamakta yarar görüyorum. Bir resim karşısında kendime iki temel kural belirlerim: Birincisi, resmi yorumlarken, o resmin çok uzağına gidip aşırı yoruma kaçmamak; ikincisi, sanat yapıtının üç ayağından biri olan “izleyici” hakkımı sonuna dek kullanmak.
Burçin Erdi’nin resimleri karşısında kendimi, çoğu kez, anatominin mesleğe özgü gizli dehlizleriyle haşır neşir bir tıp öğrencisi gibi hissederim. Erdi’nin tuvalindeki ormanlara baktığımdaysa, aklıma bir şekilde hep Umberto Eco gelir: Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti. Doğrudan bir bağdan söz etmiyorum elbette; ama tuval yüzeyini, anlatının plastik sanatlara özgü biçimi olarak kabul edersek, Erdi’nin orman kesitlerini ya da “orman-mekan”larını bu yolla okumak pekala mümkün olabilir. Ama bu noktada bir şeyi peşinen vurgulamakta yarar var: Burçin Erdi’nin, manzaraya göz kırpan orman mekanları, peyzaj’ın kimliği belli gerçekliğine fazlasıyla uzak durur. Ondaki manzara, John Berger’ın deyimiyle, kültürün “ağaca, kayaya ve toprağa uygulanmış kurgularıdır.” Soyutlamanın sınırında duran ormanlar, figür özelliklerini tam olarak kaybetmemiş olsalar da, hiçbir yerin ormanı değildirler; ama tuval içinde sahip oldukları varlıkları nedeniyle de bir “şey”in ormanıdırlar: kolektif bilinçdışı. Jung terminolojisine ait bu terim, insanlığın ortak deneyimlerinin toplandığı, derinlerdeki bir “ruh katmanını” tarif eder; bu katmanın en gözde arketipiyse “anne imgesi”dir. Burçin Erdi’nin, hiçbir yerin ormanı olmayan ormanları, hiçbir yere ait olmayışlarıyla, tek bir kimliğe mahkum edilmedikleri için, insanlığın evrensel belleği olmaya en iyi adaydırlar. Bu da; ormandan çok “orman imgesi”, ağaçtan çok “ağaç imgesi” demektir ki, işte tam bu noktada Eco’nun anlatı ormanıyla, Jung’un kolektif ormanı birleşir. Peki anne nerede?.. Ormanın tam ruhunda. Ya da ormanın bizzat kendisinde. Ya da, ormanın temsil ettiği doğada. Yani, büyük harflerle, Doğa Ana’da.
Burçin Erdi, genelde ormana ya da ağaca indirgediği doğaya, her zaman dişil özellikler katmayı yeğleyen bir sanatçı. Ana rahmindeki çocuk temsillerinde, ana rahminin fiziksel çizgileriyle ya da kılcal damarlarıyla değil, toprakta her yöne uzayan, kök-dallarla karşı karşıya kalırız. Bu tam anlamıyla, resimde, dıştan içe bakışın tipik bir temsili olduğu gibi; düz tuval yüzeyinde oluşturulan derinlik etkisinin de temel kaynağıdır. Ama bu etkiyi, hiçbir oyuna başvurmadan veren çalışmalar da söz konusu. Sanatçının yine rahim içinde gösterdiği neonatal-öncesi bebek, bazen, her şeyin ovale evrildiği bir mağarada betimlenir. Anneye ait hiçbir şeyin, amniyotik sıvının veya göbek bağının olmadığı bu ortamda, mağara, tüm annelik işlevini üstlenmiş olmasıyla, doğa ananın rahmine dönüşmüştür: dişildir ve doğurgandır.
Doğurganlık, dişiliğin bir göstergesi olsa da; dişillik, tek başına, doğurganlığın temsili olmaya yetmeyebilir. Bu noktada, bir cinsiyetten söz edilecekse, Erdi’nin dişil göstergelerinin, cinsiyetten çok “toplumsal cinsiyete” göz kırptığını belirtmekte yarar var. Sanatçının çağdaş işlevi de işte bu ayrımda gizlidir; ya da çağdaş sanatı, modernden ayıran kanonlardan birinin işlevi… Burçin Erdi, batı resminin modern uzantılarını tuvalde bir kez daha kutsuyor gibi görünse de, konuları ve temsil biçimleri kesinlikle çağdaş. 1960’lardan itibaren çağdaşın konularına dahil olan ve ilk çerçevesini çizen ekoloji, küreselleşme, çevre, feminizm, şiddet, savaş, öteki gibi “toplumsalın yeni biçimleri”, ona hiç uzak değil. Bir farkla. Burçin Erdi de, çoğu çağdaş sanatçıda olduğu gibi, “insanlığın dertlerine” olan ilgisini, git gide kendine yönelerek gerçekleştirmeyi yeğlemişe benziyor. Tuvaldeki özgünlüğü de buradan kaynaklansa gerek.
Burçin Erdi resmindeki anne imgesi, rahimdeki çocuk ve dişi doğa, ister istemez resmin göstermediği ama doğumla simgeleşen “zaman”a dair bazı kuşkuları da anımsatır. Sadece çerçeveye alınmış resim mekanını temel aldığımızda, burada beliren mekana, nasıl bir zamanın eşlik ettiğini de pekala sorabiliriz. Meta ya da küçük, hiçbir anlatıda zamanın cinsiyetine vurgu yapılmasa da, bence, çağdaş sanatın akıl yürütme biçimlerinde kesinlikle yer alması gereken bir kavram. Dişil ya da eril zaman algısından söz ederken; ayrıca, algılayanın cinsiyetinden bağımsız bir “zaman”dan söz edilebilir mi? Sanatta, evet. Kaldı ki, tüm isimleri eril ve dişil ön takılarla tarif eden Fransız dilinde zaman (le temps) erildir. Fransızlar, zamana cinsiyet verme gereği duymuş ve bunun eril olmasında karar kılmışsa (toplumsal sözleşmeyle de olsa), aynı zamanın, pekala dişil de olup olamayacağı sorusunu sormak artık herkesin hakkı. Burçin Erdi’nin böyle bir soru sorup sormadığını bilmiyoruz; ama mitolojilerin ve ana tanrıça kültlerinin dişil doğa tasavvurlarında; mekanı dişil tasarlarken, mekana atfettikleri zamana erillik payesi verdikleri sonucunu çıkarmak mantığı zorlar. Tam tersi olsa bile, zamanı dişil düşünmek belki insanlık için çok daha yararlı olacaktı. Nedeni basit. Eril tasarlanmış zamanın doğaya, dahası, yerküreye katkısı bugün çıplak gözle görülür halde. Eril zamanın yarattığı eril tahakküm, kendi elleriyle Antroposen Çağı başlattı. Doğa Ana’nın ölümü başladı. Rahimdeki çocuk, yeryüzü tarihinde belki de ilk kez, doğmayabilir.
/…/