Leman Sevda Darıcıoğlu, Ndayé Kouagou ve Elif Saydam’ın çalışmalarını bir araya getiren “Filizlendiğimiz Bir Çatlak” Melih Aydemir küratörlüğünde SANATORIUM’da izleyiciyle buluştu. İsmini Dinos Christianopoulos’un şiirinden alan serginin başlığı, dünya genelindeki protesto ve eylemlerde sıkça kullanılan “Bizi gömmeye çalıştılar, tohum olduğumuzu bilmeden” cümlesine doğrudan atıfta bulunuyor. Üç sanatçıya ait video çalışmaları ve yerleştirmelerin yer aldığı sergiyi, küratörü Melih Aydemir ile konuştuk.
Sergi direniş ve mücadele pratikleri ve bunları anlatırken ortaya çıkan kavramlar üzerinden şekilleniyor. Serginin ortaya çıkış ve oluşum sürecinden bahseder misiniz?
Sergi Batılı bakış açılarıyla tanımlanmış özgürleşmeye dair kavramları üzerine düşündüğüm bir süreçte ortaya çıktı. İki yıl önce sergi üzerine çalışmaya başladığımda kuirliğe dair batılı olmayan bakış açılarıyla bir anlatı kurmak fikri vardı, ancak serginin kavramsal çerçevesi özellikle Ekim 2023 ve sonrasında Filistin’de yaşananlar ile şekillendi diyebilirim. Sanatçıları sergiye pinkwashing ve katı tanımlar halinde duran görünürlük, temsiliyet gibi kavramları tekrar gözden geçiren bir metin göndererek davet ettim. Leman Sevda Darıcıoğlu ve Elif Saydam, onlarla yaptığım görüşmeler sonucu sergi için yeni çalışmalar ürettiler. Ndayé Kouagou’nun yerleştirmesini ilk defa 2021’de gerçekleşen Atina Bienali’nde görmüştüm, çalışma galeri mekânına özel olarak tekrar düzenlendi. Sergide her sanatçının üzerine çalıştığı konuları ele alan üç ayrı metin bulunuyor. Bu metinler güvenli alanlar, diaspora deneyimi ve nekropolitikalar gibi konulardan söz ediyor.
Dinos Christianopoulos Selanik doğumlu bir edebiyatçı. Serginin ismini aldığı şiirini kendisini eleştirenlere karşı yazdığı söylenmekte. “Ve Bizi gömmeye çalıştılar, tohum olduğumuzu bilmeden” cümlesi seneler içinde pek çok eylemde, gösterilerde kullanıldı. Özellikle bu cümlenin sergiyle bağlantısını anlatabilir misiniz?
“Bizi gömmeye çalıştılar, tohum olduğumuzu bilmeden” baskıcı rejimler altında ezilen grupların yaptıkları birçok protestoda kullanılan bir söz. Özellikle internet aramalarında çıkan bu yazıyla oluşturulan görsellere baktığımızda anlamının içinin boşaltığını ve klişeleşmeye başladığını söylemek mümkün. Bu cümlenin kökeni üzerine Hyperallergic’te yer alan bir makale okuduğumda Dinos Christianopoulos’un bir şiirinden alındığını öğrenmiştim. Ancak Filistin protestolarında tekrar karşıma çıkmasıyla üzerine çok fazla düşündüğüm bir cümle oldu. Serginin başlığı bu şiirden bir alıntı değil ama şiirin ilhamıyla ortaya çıktığını söyleyebilirim. “Filizlendiğimiz Bir Çatlak” başlığı tüm baskılar altında filizlenecek boşluklar bulmaya ve dayanışma pratiklerinin kesişimini aramaya çalışıyor. Neoliberal politikaların ele geçirdiği, ya da baskıcı rejimlerin silmeye çalıştığı dayanışmamızın çatlaklardan sızıp varlığını sürdüreceğine dair umutlu bir bakış sunuyor.
Leman Sevda Darıcıoğlu, Ndayé Kouagou, Elif Saydam’ın işlerini bu sergi özelinde bir araya getirme fikri nasıl oluştu? Üçü de sanat üretimlerinde benzer noktalara değinse de farklı insanlar. Onların bu farklı üretimleri serginin bütünüyle nasıl ortaklaştı? İşlerin birbirleriyle kurdukları ilişkiden bahseder misiniz?
Sergi üzerine bütünsel olarak değil ama kesişimsel olarak bir okuma yapmanın daha doğru olacağını düşünüyorum. Sergide kesişen konulardan oluşan üç ayrı metin bulunuyor ve bu konular serginin kamusal programı ile genişliyor. Serginin yerleşimi de bu kesişimlere atıfta bulunuyor, Ndayé Kouagou’nun işi serginin başlangıç noktasında bulunurken güvenli alanlar ve rahat hissettiğimiz yeri bulmaya dair sorular soruyor. Elif Saydam’ın çalışması kuir öznelerin karşılaştığı çeşitli düşmancıl yaklaşımları estetik ve kültürel değerler üzerinden okuyor. Marjinalize edilen kimliklerin mekânsal varlıkları konusunda iki çalışmada çeşitli sorular ortaya çıkıyor. Leman Sevda Darıcıoğlu’nun çalışmasında bu düşmancıl yaklaşımın ölüm ve sonrasında bu grupları nasıl etkilediğine dair bir konu açılıyor.
Ndayé Kouagou’un “Will you feel comfortable in my corner? / Köşemde rahat eder misin?” (2021) başlıklı video çalışmasında izleyiciye yönelttiği “Bu sürekli değişen dünyada kendimi nerede güvende hissedebilirim?” sorusu üzerine düşünürsek sizce güvencesizlik ve aidiyet kavramları sergide nasıl anlam buluyor?
Sara Ahmed, kuir-feminst bir bakış açısıyla normatifliğin onu yaşayabilenler için rahat olduğundan ve sadece duygusal açıdan değil, beden ile nesne arasındaki sosyal-mekânsal uyum olarak tecrübe edildiğinden bahsediyor. Sergide ötekileştirilen toplulukların yüzleştikleri sınırlamalar içinde aidiyetlerini nasıl sağlayabileceklerine dair sorunları farklı açılardan görüyoruz. Sürekli değişen bu dünya ifadesi, gittikçe düşmanlaşan bu ortamın bazılarımızı diğerlerinden daha şiddetli etkileyerek güvencesiz durumlar yarattığına dair bir konu açıyor. Ndayé, izleyicilerle konuştuğu ve sorular sorduğu videosunda onları bir tür yüzleşmeye davet ediyor. Bu yüzleşme bizleri kişisel konfor anlayışımızla birlikte bu konfor anlayışını şekillendiren toplumsal normlar üzerine düşünmeye teşvik ediyor.
Elif Saydam’ın sergideki yerleştirmesinden bahseder misiniz? Bu eserin serginin genel anlatısındaki yeri nedir?
Elif Saydam’la 2023 sonbaharında taşındığım Berlin’de tanıştım. Gropius Bau’da gerçekleştirdiği bir konuşmaya gitme şansım olmuştu. Kanada’da Türkiyeli bir ailenin çocuğu olarak doğup büyümüş ve 10 yıldır Berlin’de yaşıyor. Bu konuşma sırasında çalışmalarında değer sistemlerini hem diasporik hem de kuir bir bakışla ele alarak, ihmal edilen ya da hor görülen estetik değerleri kullanarak bozuntuya uğratan bir yaklaşımı olduğunu gördüm. Atanmış kültürel değerler ve toplumsal cinsiyet konuları Elif’in öz-oryantalizm yöntemiyle tekrar ele aldığı konular. Sergideki yerleştirmesi Kasım’dan bu yana Almanya’da siyasi durumu kendi yöntemiyle ele alıyor, özellikle Filistin dayanışması konusuna dokunuyor. Filistin’de yaşanan soykırıma karşı gelen aktivistler Almanya hükümetinin gözetleme, sansür pratikleriyle ve hatta sınır dışı edilme tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor. Almanya’da yaşayan sanat emekçileri konusuna gelince, Filistin’le dayanışma kampanyalarına imza atmaları sebebiyle devlet ve sanat kurumları tarafından sürekli bir gözetim altında tutuluyorlar, imzacıların Avrupa fonlarına erişimi engelleniyor. Elif’in sergide yer alan bir güvenlik aynası üzerine akrilik boya uygulayarak hazırladığı çalışma “Privacy (III)” gözetleme pratiklerinin bir hatırlatıcısı olarak sergide yer alıyor.
Leman Sevda Darıcıoğlu’nun video çalışmasında kimsesizler mezarlığında o insanların anısına bir yas ayini düzenleniyor. Beden ve ötekileştirilme kavramları bu çalışmada nasıl yer buluyor?
Leman’ın sergide yer alan filmi “Havuz” ve video yerleştirmesi “imkansız bir tören” İstanbul Kilyos’ta bulunan Kimsesizler Mezarlığını odağına alıyor. Kimsesizler Mezarlığı güç sahiplerinin uyguladığı ölümden sonra da devam eden insandışılaştıran politikaların bir örneği olarak karşımıza çıkıyor. Kimsesizler mezarlığı sahipsiz ve isimsiz ölülere beşiklik ediyor: evsizler, namus ve kadın cinayeti kurbanları, evlatlıktan reddedilenler, prematüre bebekler, refakatsiz mülteciler, translar ve Kürt siyasi tutuklular. “Havuz” kimsesizler mezarlığında yaşamda karşılaşılan ötekileşmelerinin, ölümde de nekropolitikalar aracılığyla devam ettiğini gösteren yalın bir belge olarak ele alınabilir. Leman, yoldaşları Kübra Uzun ve Onur Tayranoğlu ve Performistanbul’un da yer aldığı tüm yapım ekibiyle birlikte bu mekânı ziyaret ederek, bir tanıklık olarak imkansız bir yas ritüeli gerçekleştirmeyi amaçladı. “imkansız bir tören” iki kanallı bir video yerleştirmesi, kişilerin isimlerinin silindiği ve mezar alanların numaralarla temsil edildiği bir mezarlıkta yas tutmanın ağırlığını ve imkansızlığını ritüelin başlangıcını ve önceden muhtemelen yas tuttan başka biri tarafından mezarlığa dikilmiş bir gül ağacıyla gösteriyor.
Çalışmaların mekâna uyarlanma süreci nasıl gelişti?
Ndayé Kouagou’nun işi sanatçının galeri mekânına rahat hissettiği bir köşeyi taşıması fikriyle rahat hissedilen alanların evrensel olmayışları hakkına çeşitli soruları izleyiciye soruyor. Buradaki köşe fikri hem kavramsal hem fiziksel olarak yerleştirmenin bir parçası olarak yer alıyor ve SANATORIUM mekânına uygun olarak sanatçı tarafından uyarlandı. Elif Saydam’ın işlerinden biri mekânı dönüştüren yarı saydam bir perde, bu iş de mekânın boyutlarına göre üretildi. İşin üzerinde camp bir bakış açışıyla, Mevlana’nın “Gel ne olursun ol yine gel” cümlesi yer alıyor, perdenin ardında Elif’in nükteli bir şekilde yazdığı “Git ne olursan ol yine git” cümlesi bulunuyor. Perdenin ardında geniş bir alanda Leman Sevda Darıcıoğlu’nun sergi için ürettiği çalışmalar yer alıyor. Bu çalışmalardan biri Leman’ın fikri sonucu beraber ürettiğimiz “Artık renk yok” başlıklı çalışma, 5 metrelik bir kapsayıcı gökkuşağı bayrağının yeniden tasarlanmış hali ve sergide üzerine düşündüğümüz konuları sembolik olarak bir noktada birleştiriyor.
Sergi sürecinde sergiyle paralel ilerleyen bazı etkinlikler düzenlediniz. Bu etkinliklerden ve sergiyle bağlantısından bahsedebilir misiniz?
Serginin Onur Ayı’nda gerçekleşmesi ve serginin üzerinde durduğu konular nedeniyle bir kamusal program hazırlamak benim için önemliydi. Türkiye’de giderek yükselen LGBTİ+ karşıtı nefret söylemleriyle karşılaşıyoruz; İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası boyunda yapılan etkinlinlikler, Onur Yürüşü hedef gösteriliyor ve zorla iptal ediliyor. Devletin gözetlemesi dışında daha korunaklı alanlar olduklarını umduğum sanat mekânlarının etkinliklerin ve alanların çeşitlenmesi için kaynaklarını paylaşmaları gerektiğini düşünüyorum. Elbette bu umutlu bakış ne yazık ki gerçeği yansıtmıyor. Depo’da gerçekleşen 10. Trans Onur Haftası Sergi Kolektifi’nin hazırladığı “Dön-Dün bak: Türkiye’de Trans Hareketinin Tarihi” başlıklı sergi 11 Temmuz’da Beyoğlu Kaymakamlığı’ndan gelen bir tebligatla yasaklandı. Bu hem Türkiye’deki LGBTİ+ hareketi ve sanat dünyası açısından oldukça endişe verici bir durum.
“Filizlendiğimiz Bir Çatlak” kamusal programında dirençlilik ve dayanışma konusunda bir araya gelip konuşabileceğimiz etkinlikler yer aldı. Bunlardan ilki 12 Haziran’da Nour AA’nın hazırladığı bir şiir performansıydı. Sergi üzerine ve pinkwashing üzerine yaptığımız konuşmalar sonucu yazdığı Zeytinin Ametist Dikişi başlıklı şiirde Filistinli kuir bir birey olarak deneyimini aktardı. Bu etkinlik Batı’nın kuir Filistinlilere yönelik olumsuz tasvirinin, Küresel Kuzey’in bakış açısının nasıl sıklıkla benimsenen tek bakış açısı haline geldiğinin ve kuir Filistinlilerin kendi anlatılarını aktarmalarının nasıl engellendiğinin altını çizdi. 27 Haziran’da Bengisu Öten, “Gece Hayatını Dirençlilik İçin Bir Araç Olarak Kullanmak: İstanbul’un Değişen/Dönüşen Eğlence mekânları” başlıklı tezinden hareketle bir sunum gerçekleştirdi. Sunum mekânsal dirençlilik pratiklerini araştırarak, güvencesizlik ve yerinden edilme uygulamalarına karşı komünitenin ürettiği dayanışma pratiklerine odaklanıyordu. 28 Haziran günü Queerwaves’in organizasyonuyla bir sergi turu düzenledik. 29 Haziran günü ise Rumina ile birlikte LGBTİ+ ve marjinalize edilen grupların katılımına açık bir DJ’lik atölyesi gerçekleştirdik. Atölye sonrası Rumina’nın hazırladığı canlı performans ile kamusal programın kapanışını yapmış olduk. Bu etkinlikler serginin farklı bakış açılarıyla ele aldığı görünürlük, dirençlilik gibi konuları genişleterek, serginin komünite odaklı bir yaklaşımı olmasını umarak planlandı.
“Ve Bizi gömmeye çalıştılar, tohum olduğumuzu bilmeden” cümlesi sizin için ne ifade ediyor? Sizin sanat yaklaşımınızda nasıl yer buluyor?
Bu cümlenin ne ifade ettiğini yine sergi kapsamında yanıtlamak isterim. Galerinin sokakla direkt bağlantı kuran câmekan bölümünde, İsrail işgal güçleri tarafından öldürülen Filistinli şair Rıfat el-Arir’in öldürülmeden önce twitter hesabında sabitlediği “If I must die” [Eğer ölmek zorundaysam] şiirinin girişi yer alıyor: “If I must die, you must live to tell my story” [Eğer ölmek zorundaysam, sen yaşamalısın hikayemi anlatmak için]. Bu cümleyi serginin grafiklerini yapan İlayda Tunca, kitapçığın editörlüğünü yapan Ekin Tümer ve sanatçı Ateş Alpar ile birlikte bir sokaktan görülecek bir müdahale olarak eklemeye karar verdik. Tasarım İlayda Tunca tarafından hazırlandı. Filistin’deki soykırım ve yıkım, dünyadaki sömürgeci güçlerin yerli ve azınlık durumuna getirilen gruplara uyguladığı şiddeti en korkunç biçimde gözler önüne seriyor. Rıfat el-Arir’in şiiri, “Ve Bizi gömmeye çalıştılar, tohum olduğumuzu bilmeden” cümlesi sürdürdüğümüz pasif gözlemciliğin, faillere karşı durduğumuz bir eylemliliğe dönüşmesi gerektiğini düşündürüyor.
Melih Aydemir küratörlüğünde SANATORIUM’da gerçekleşen ‘Filizlendiğimiz Bir Çatlak’ 20 Temmuz’ a kadar Salı- Cumartesi 11:00 ile 19:00 saatleri arasında ziyaret edilebilir.