Ziyadesiyle her ortamda reklamları gözümüze sokulan bu dizi hakkında yazmayacak, yorum yapmayacaktım, ancak tutamadım kendimi. Hafta sonundan bu yana sosyal medya hesaplarımda yaptığım türlü paylaşımlarla bu konuda fazla yorum yapmayacağım dememe karşın; gerek, “Neden bu konuda yazmıyorsun?” diyenlerin yoğun istekleri, gerekse içimdeki yazma dürtüsünü dindiremediğimden dolayı suskunluğumu bozma kararı alarak The Witcher hakkındaki incelemelerimi buraya bırakmak adına oturdum bilgisayar başına akşam akşam. Editörüm Hasan Nazif Yılmaz’a, “Önce evi toparlayayım, sonra yazmaya başlarım, sonuçta evi toparlamak için büyü yapamıyorum,” dediğimde, “Büyü yapsan da olurdu, yakışırdı,” diye cevap verdi. Anlaşılan o ki, beni doğaüstücü fantastik bir cadı olarak görüyor zat-ı muhterem. Sırası gelince lanet doğurduğum, evrenlerarası portal açtığım, kuzgunlarla arkadaş olduğum doğrudur.
Şaka bir yana, yüzünüzü güldüren esprilerimle asıl konuyu bağlamam gerekirse, bu yazıyı yazma nedenlerimden en önemlisi bir cadı aslında. Ah sakın korkmayın, size çocukken masallarda anlatılan kötü huylu, hayırsız görünümlü cadılardan bahsetmeyeceğim elbette. Benim cadı anlayışım; evrenlerde portal açan, şifa veren, yaptığınız kötülüklere göre hayatınızı karmalarla lanetleyen, iyi bir mizah anlayışına sahip, üstün yetenekli, genellikle yalnız ve havalı kadınlardır. Geçmişin bu şifacı kadınlarını, çocukken aklımıza nasıl kodladılarsa artık, cadı dendiğinde, -ne yazık ki- oldukça ürkünç karakterler beliriveriyor bir anda çoğu insanın aklında. Derhal çıkın bu kafadan! Tamam, yeri gelince şifa verip, yeri gelince lanetleyen, yeri gelince de kaosu doğuran kadınlar diye bahsedilir onlar hakkında, amma velâkin fantastik edebiyatın epik kahramanları ve olmazsa olmazıdır onlar. Bu yüzden edebi eserlerde -çoğu zaman başrolde olmasalar bile- taparım kendilerine. Ki zaten onlar hikâyenin içinde yer almasalar, senaryoya etki etmeseler, ne savaşlarda kötücül yaratıklara karşı galip gelinebilir, ne zehirlenenler ölümden dönebilir, ne de ölmüş birileri yeniden hayata döndürülebilir benim kanımca. Bu yüzden birazdan anlatacağım The Witcher’da, direkt olarak hikâyenin başkahramanı olarak anılmasa da, karakter dönüşümünün epikliği hususunda hakkı yenmemesi gereken bir cadımız var ortada. Koca dizinin içinde ayrı olarak cereyan ederek ilerleyen ve merak uyandıran hikâyesi nedeniyle bana diziyi sonuna kadar izlettirdi bu hatun kişi. Sezon finalindeki sahnelerle de büyük bir güce sahip olduğunu başından beri anlamış olmamla beni hayal kırıklığına uğratmadı. Evet, Vengerberglu Yennefer’den bahsediyorum. Dizinin uyarlandığı kitaplarla, oyunlarla haşır neşir ve bayağı hatırı sayılır dev bir kitle tarafından oldukça sevilen ve merakla beklenen bir karakterdi zaten. Ama tabii bu merak, oyuncunun rolü nasıl sırtlanacağı, karaktere ne kadar uyum sağlayabileceği yönündeydi. Çünkü The Witcher’ın oyuncuları basına duyurulur duyurulmaz, baştan sona tüm oyuncular hakkında kötü eleştiriler de gecikmedi. Herkes ağız birliği yapmışçasına, “Ne demek yani şimdi bu Yennefer mi, nasıl yani bu da Triss mi? Bu güzelim kadınlara bu oyuncuları mı layık gördünüz?” gibi söylemleri siz de internet ortamlarında görebilirsiniz. Eleştirilerin boyutu ise, Elf bir karakter ile önemli başka bir cadı karakterin çikolata tenli oyuncular tarafından canlandırılması yüzünden ırkçılığa kadar yanarlı dönerli küfürlerle devam ediyor. Neyse, Slav mitolojisinden ilham alınarak yazılan, tamamen açık tenli kahraman ve karakterlerin başrolde olduğu The Witcher kitaplarının ve oyunlarının orjinalliğini bozan ve hayranlarını hayal kırıklığına uğratan bu seçimleri, Netflix’in politik doğruculuğuna göre yeniden düzenlenerek özgünleştirilen bir dizi projesi olarak kabul etmekten, dizinin keyfini sürmekten başka seçeneğimiz yok. Edebiyat eserleri, dizi veya filmlere uyarlandığında orijinal eserlere göre farklı şekilde ilerlediğine çoğu kez şahit olduk nasılsa, bu durumu şikâyet etmenin yersiz olduğunu düşünüyorum. Bir yazar olarak elbette kitapların orijinalliğinin bozulması benim de epey gücüme gidiyor, ancak sınırlı bütçesi olan yapımcıların engin ve zengin hayal gücüne sahip yazarların betimlemelerini birebir yansıtacak gücü yok maalesef.
Bu can sıkıcı eleştirileri tamamen geride bırakarak şu önemli detayı unutmadan hemen araya sıkıştırmalıyım, The Witcher kimin elinden, nasıl doğdu? İşin özü bu eser, Polonyalı yazar Andrzej Sapkowski tarafından kaleme alınmış, ilki 1986 yılında yayınlanmış, altı kitaptan oluşan fantastik bir roman serisi… Yazarın henüz ünlü bile olmadığı zamanlarda bir dergi için kaleme aldığı, hatta ona üçüncülük kazandırmış olan hikâyeyi genişletmesiyle ortaya çıkmış bir seri aslında. Sonrasında tabii kitap serisi zamanla ödüller kazanarak dikkatleri çekmiş, ardından 2007 yılında fantastik eserleri ince ince işlemeye meraklı bilgisayar oyun dünyasına girmesiyle de ününe ün katmış, hatta oyunlar kitaplarının önüne geçivermiş. Bunları yakından bilmemin en büyük nedeni kardeşimdir; yıllar önce taktığı kolyenin anlamını ona sormam üzerine tanıştım ben de The Witcher evreniyle. Hatta kardeşime, “Umarım bu Witcher dediğin cadı diye kadınları falan öldürmüyordur,” dediğimi dün gibi hatırlıyorum. O da, “İşini yapıyor işte, kötü yaratıkları avlıyor,” demişti. Küçük ama önemli bir detay vereyim; dizide Geralt’ın taktığı Witcher kolyesi, asıl olan kolyeye hiç benzemiyor, bunu geçtim dizide kolyenin işlevinin bile olmaması kötü olmuş, yakınlarda yaratık olduğunda o kolye parlayarak işaret verirmiş çünkü.
Her neyse, biz iki kardeş, içimizde oluşan fantastik dizi boşluğunu dolduracağını düşündüğümüz bu malum dizinin Netflix’te yayınlanacağı 20 Aralık 2019 tarihini iple çekerek bekliyorduk. Evet, biz böyle fantastik bir aileyiz, şaşırmayın lütfen. Haliyle 20 Aralık 2019 Cuma gelip çattığında, eve adeta koşarak geldim diziyi izlemek için. Cuma gecesi ilk dört bölümü bitirip, geriye kalan dört bölümü cumartesi gecesine saklamam sonucunda, annelerimizin saatlerce uğraşıp yaptığı bir tencere sarmayı tek oturuşta siler süpürür gibi hafta sonu pat diye tüketildi aylardır çekimleri canla başla yapılan koca dizi. Bir şeyi daha fark etmeme neden oldu bu durum, ağlanacak halimizin ne denli gülünç olduğu konusunda paradokslara düşmeme neden oldu da denilebilir; çünkü Netflix çıktığından beri, tıpkı hayatlarımızdaki ilişkiler gibi dizileri veya filmleri de kısa sürede sabırsızca harcar hale geldik dünya geneli olarak.
Sizi daha fazla bunaltmadan zihinlerinizde The Witcher evrenine portal açarak diziye zıplıyor, sizi de yanımda bizimkinden çok farklı bir evrene götürüyorum. Başrolümüz mutant bir avcı olan ketum tavırlı, beyaz saçlı sert karakter Rivyalı Geralt, onu canlandıran oyuncu ise Henry Cavill. Dizideki olayı ise, kötücül yaratıkları avlamak ve bu yolla köylülerden para alarak hayatını devam ettirmek. Tabii etrafından savaşlar, çatışmalar oluyor, bunlara dâhil oluyor, cadılarla muhatap oluyor falan, hikâyesi çok açık ve net. Onun berisinde gelişen diğer olaylar ise, krallıkların kan davaları, seçilmiş kutsal çocuklar, cüceler, mitolojik yaratıklar ve onların dâhil olduğu diğer olaylar… Yani tıpkı Game of Thrones’ta veya Yüzüklerin Efendisi’nde olduğu gibi birçok yan hikâye mevcut. Bununla beraber Huysuz Geralt ve çenesi düşük Dandelion ikilisinin didişmelerini izlerken, Shrek ile Eşek’i izliyor gibi bir dejavuya girdim nedense bıyık altından tebessüm ederek. Eminim buraya kadar çoğunuza klişe gelebilir; ilk bölümde bana da öyle geldi, ama bilindiği üzere edebiyatta veya filmlerde tekrar etmeyen hiçbir konu yoktur; asıl olan bunun nasıl yansıtıldığı, nasıl anlatıldığıdır. Özellikle karakterlerin dönüşümünü merakla gözlemleyip analiz eden biri olduğumdan, bu dizide beni çeken, diziyi bitirmemi sağlayan çarpılmış ifadesiyle Yennefer karakterinin ikinci bölümde ekranda belirmesi oldu. Yennefer bir cadı, ama başlarda öyle değildi tabii; ailesi tarafından itilip kakılan kambur-çarpık genç bir kızcağızdı. Her şey, onun bir cadı okuluna satılmasıyla başladı. Yaralarını kapatıp yoluna cesurca devam eden güçlü kadın karakterler, bir nevi küllerinden yeniden doğup bir üst seviyeye geçen kadınlar başımın tacıdır. Yennefer de yaşadığı bazı olaylar sonrasında bir anda, “Ben artık güçlü olmak istiyorum,” demesiyle, kaybedip ezilen biri olmayı bırakarak, adeta yanıp küle dönercesine yeniden doğdu. Bu dolgun dudaklı esmer hatunun, kitap ve oyunlardaki bembeyaz tenli, ince dudaklı ve menekşe gözlü olan Yennefer’i oynaması aşırı derece eleştirilse de, Anya Chalotra’nın oyunculuğunu hiç de kötü bulmadığımı söylemeden edemeyeceğim. Kötü eleştirilerin aksine, Time dergisi dahi benimle aynı fikirde; Anya’yı dizinin yıldızı, hatta kurtarıcısı olarak belirterek taçlandırmışlar. Aslında büyük bir yükü sırtlanıyor Yennefer karakteri, dizinin senaryosuna bayağı etki edeceği final bölümünde hepimize gösterdiği muazzam güçle izleyiciler tarafından anlaşılmış olsa gerek. Zaten hikâyenin geleceğini az çok bildiğimden dolayı, ileride Yennefer’in Geralt’ın en büyük aşkı olacağını; vaat edilen çocuk Ciri’nin de evrenlerarası gezeceğini araya sıkıştırarak belirtip size bir güzellik yapayım. Eh artık spoiler verip fazla içerik hakkında yorum yapmayacağım. Yapacağım en kötü eleştiri; ah keşke, makyajlar, kostümler, müzikler ve efektlere daha fazla para harcanmış olsaydı, keşke daha geniş açılı sahneler görebilseydik, keşke üçüncü bölümde beni etkileyen yaratık kadar karanlık ve grotesk yaratıklar birkaç bölüm daha görebilseydik, keşke atmosfer karanlık ve korkutucu olsaydı, keşke diyaloglara biraz daha özenilseydi dedirtti bana büyük resme baktığımda. Ama ne yapalım, The Witcher ne yazık ki bir platform dizisi, HBO gibi parayı akıtmaktan çekinmeyen bir kanalın kanatları altında var olabilseydi, eminim gözümüz bayram ederdi.
İster The Witcher’ı izleyin, ister izlemeyin, dizi en azından benim gibi nice fantastik severin içinde oluşan fantastik dizi boşluğunu, ileriki yedi sezonuyla dolduracak gibi görünüyor. Öyleyse cümlelerimi noktalamamın vakti geldi. Hepinize, fantastik başlangıçların olduğu, ilişkilerin diziler gibi çarçabuk tüketilmediği epik bir yıl dilerim.
Sevgilerimle.
Şeyda AYDIN