1989 yılının sıcak bir Temmuz akşamında Çukurova’da doğmuştum. Çocukluğuma dair hatırladığım anı parçalarının çoğunda, kıvırcık saçlı bir ressam, TRT 1 ve elinde sulu boya ile programın saatini bekleyen yalnız, çelimsiz küçüklüğüm vardır. Fark etmiştim ki o kıvırcık saçlı ressam, boyalarını kâğıda değil, bir beze sürmekteydi. Yeryüzündeki bütün annelerin yaptığı gibi benim annemde, mutfağı temizledikten sonra bezleri, mutfak fayansına sermekteydi. Bu onun temizliği tamamladığının sembolik göstergesiydi. Tıpkı Bienallerde sıra sıra dizilmiş enstalasyonlar gibi dizilen bezler içerisinden beyaz olanı seçip, bir defterin üzerine gererek biçimsiz ve eğrelti tuvallerimle resim yapmaya hazırdım. Ancak her ne yaparsam yapayım, ucuz 12’li sulu boyalarım, o ressamın ki gibi etkiler yaratmamaktaydı. Meğer o ressam yağlı boya kullanmaktaydı.
Yağlı boya ile tanışmak için Mersin Nevid Kodallı Anadolu Güzel Sanatlar Lisesi’nde 2. Sınıf olmayı beklemeliydim. Sanat tarihindeki büyük ustalarla tanışacak, modern ve çağdaş sanata bir türlü ısınamayacak, Caravaggio’nun neredeyse benim yaşlarımdayken yaptıklarına bakıp üzülecektim. Onlar henüz ergen ruhumun yaratmak istediği etkileri, çoktan yapmış ve aşmışlardı. Turner’ın fırtınaları, Rembrandt’ın portrelerindeki gözler, Davut heykelinin elleri sanat eğitimimin önemli öğretmenleriydi. Liseyi bitirmeden dünya klasiklerini, Cumhuriyet dönemi ve günümüz edebiyatçılarının pek çok eserini çoktan okuyup bitirmiştim. Evet Francesco Goya kompozisyon kurarken, figürlere dramatik bir etkiyi nasıl yaratabileceğimi söylüyordu, ancak neyin resmini yapmam gerektiğini bana hiç fısıldamadı. Bunun için özellikle Spinoza’nın doğa anlayışını, Sartre’nin öz ve varlık ilişkisini, Faucault’un içerisinde bulunduğum modern dünya iktidarlarını anlatmasını beklemem gerekiyordu. Alfred Adler, Carl Jung ve Rollo May gibi bilinç altını anlamamı sağlayan yazarlar ise gelecekteki resimlerimin konuları ile ilgili fikirler vereceklerdi.
2013 yılının yine bir Temmuz günü Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümünü derece ile bitirirken, bu fikir insanları ile tanışmama vesile olan hocalarım beni ödülüm ile uğurlamışlardı. Mezun olduktan sonra, yapmak istediğim şey her ne olursa olsun ressam olarak kalmaktı. Yıllar içerisinde pek çok sergi ve etkinliğe katılacak, sanatta kendimi ararken, farklı dünyaların gerçeklikleri ile karşılaşacaktım. İnsanlık tarihi kadar eski olan sanat tarihi, mağara duvarlarından çıkıp galerilerin beyaz ve pürüzsüz duvarlarına taşınmıştı. Hayır, Van Gogh’u açlıktan öldüren sanat dünyasına bir genç sanatçı olarak güvenmemeliydim. Ben hiç sahilde koşan bir at görmemiştim örneğin ve hiç resmedemedim. Ancak onları sahilde ölürken görmüştüm. Onları ölürken resimledim. Varoluş arayışım, kimi zaman fırtınalarda kimi zaman, mitolojik atmosferlerde kendisini bulmaktadır. Özellikle bilinç dışı duygularımızın, arzularımız ile olan bitmek bilmeyen savaşımlarını, gerçeküstü bir biçimde hikayeleştiriyorum. Bir fincan kahvenin telvesine buğulanan sabahlarımda, yeni yalnızlıklarımıza uyanmamak için izninizle bir resim daha yapmalıyım.
Instagram: agituguruludag