Kadir Ablak
Kadir Ablak

Ressam Kadir Ablak İle Harika Bir Söyleşi

29 Ekim 2020

En son gerçekleştirdiği sergisi, “Bir Metropolün Anatomisi” ile İstanbul’un sıcak, hüzünlü, mutlu sokaklarına bizleri davet eden, detaylarıyla tablolarında bizleri keşiflere çıkaran başarılı resim sanatçısı Kadir Ablak ile; sanatı, Erzurum’dan İstanbul’a uzanan sanat serüvenini, tablolarına ve sanatçı kişiliğine dair sorularımızı ilettik.

Bu söyleşide yüksek emekleri olan çok değerli Nil Has ve Fatih Doğan Ateş’e sonsuz teşekkürlerimle…

Keyifli okumalar.

Anadolu sizin için çok şey ifade ediyor? Erzurum’da doğup Erzincan’da büyüyen bir sanatçısınız. Gelişim süreçlerinizi çocukluk, gençlik ve yetişkinlik evreleriniz diye ayırırsak; geçtiğiniz yolların mesleki gelişiminize katkıları neler oldu?

KADİR ABLAK

Anadolu benim çocukluğum. Duyusal ve bilişsel ilk hafızam. Samimiyet ve sadeliğin adı ve bana göre gerçeğin ta kendisi. Anadolu’nun insanı da kültürü de doğası gibidir. Natürel ve renkli… Küçük yaşlarda doğa ile iç içe yaşamış olmam doğaya ve çevreye olan tutkumu duyarlılığımı artırmış olmalı ki, gözlemci ve detaycı bir bakış açısı kazanmışım. Çok küçük yaşlarda resme ilgim ve yeteceğim olduğunu keşfettim. Kalem ve kağıtla ilk tanıştığım yıllarda hem okuma yazma hem de resim yapmayı öğreniyordum. Çizgi romanların konuşma balonları içerisindeki diyalogları okuyamadığımdan, sadece resimleri dikkatle izlediğimi hatırlıyorum. Resimle ilk iletişimimi, çizgi roman karakterlerini kopyalayarak kurduğumu hatırlıyorum. O yıllarda bu kabiliyetim ve ilgim babamın dikkatini çekmiş olmalı ki, beni bu konuda ilk motive eden de o olmuştur…

16, 17 yaşlarıma geldiğimde artık ajandasız dolaşmıyordum… Çantamdan hiç eksik etmediğim çizgisiz defterimin, ‘eskiz defteri’ diye adlandırıldığını çok sonra öğrendim… Bazen gazetelerden ve dergilerden, o günlerin popüler kadın/erkek portrelerini bazen de yakın çevremden insanların portrelerini yapar, altına bir ya da iki kıtalık şiirler karalardım. Bu şiirler genelde, Türk edebiyatının önemli şairlerine ait olurlardı, bazen de kendim yazardım…

Bir defasında bir şiir okudum ya da duydum tam hatırlamıyorum… Sevdiğim, dikkatimi çeken gazete kupürlerini toplama alışkanlığım vardı. Bu kupürlerden birinde, demir parmaklıklar arasından hüzünlü, paslı, bıkkın bir yüz görmüştüm. Bu fotoğraf beni çok etkilemişti ve onu saklıyordum. Resmini eskiz defterime çizip o bahsettiğim şiiri de altına not etmiştim.

Askerdeyken bir arkadaşımın bu şiiri mırıldandığını duydum ve heyecanla;

  • Bu şiir kime ait? dedim.
  • Bülent Ecevit’in “Göçmen” adlı şiiri, dedi.

Şaşırmıştım çünkü o ana kadar Bülent Ecevit’in aynı zamanda şair olduğunu bile bilmiyordum. Demek ki hem şair hem ressam olabilirim dedim ben de kendi kendime… Ta ki iyi şiirler okudukça, duydukça, özellikle de ressam olarak bildiğim Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun muhteşem şiirleri ile tanışınca, kötü bir şair olduğumu anlayana dek…

O yıllardan ‘gün batımına ithafen’ yazdığım bir şiirim.

Sen; kaidesiz, kuralsız,
Kızıl aşüfte!
Yine rüzgâra mı sarıldın, beni görmeyince.
Sana kara merhem çaldılar, bana umutsuz bekleyiş.
Sen kara merheme dönerken, ey fütursuz!
Ben aklımı özümseyemem.
Bunca ihanetin üstüne, ben akşama gülümseyemem.

Kadir ABLAK/1991-92

Resim kabiliyetimi gören yakın çevremden, portre ve duvar resimleri siparişleri alıp para kazanmaya bile başlamıştım artık. Bir yandan da Atatürk Üniversitesi GSF Resim Ana Bilim Dalı’nda öğrenim görmeye başlamıştım. Yaşadığımız ilde Erzincan’da, Rönesans Art House adında kültür ve sanat mahiyetli bir mekân oluşturdum. Resim, müzik ve tiyatro alanında akademiye öğrenci yetiştiriyor, kamu veya özel sektörle iş birliği yaparak sosyal projeleri hayata geçiriyorduk.

Akademi yıllarında ve burada edindiğim tecrübeler sayesinde sivil toplumcu yanım güçlendi. Günümüze kadar da bu sosyal girişimlerimi hep sürdürdüm.

2005 yılında abimin desteği ve önerisi üzerine İstanbul’a yerleşme kararı aldım. Artık olmam gereken yerde, sanatın tam kalbindeydim… Kültürel ve sanatsal gelişmeleri aylık dergilerden ve gazetelerden değil, yerinde takip edebilecek ve belli ki artık bu camianın bir parçası olacaktım. Abimin önerdiği resim öğretmenliği teklifi, İstanbul’da olabilmek için harika bir fırsattı. Öyle ki, heyecandan iş görüşmesi için ütüye verdiğim takım elbisemin pantolonunu terzide unutmuştum.

Bir yıl evimin bir odasında resimsel araştırmalarımı ve çalışmalarımı yürüttüm. Sonrasında ise Taksim’de bir bodrum katta, tek odası olan İstanbul’daki ilk atölyemi kurdum. Daha sonra adını ‘Bir Metropolün Anatomisi’ olarak alacak olan ilk İstanbul konulu resimlerime de işte bu atölyede başladım.

Ekrem Kahraman, Burhan Doğançay, Aydın Ayan, Devrim Erbil, İrfan Okan, Mustafa Orkun Müftüoğlu gibi birçok akademisyen ve duayen sanatçı ağabeylerimle bu yıllarda tanıştım ve eserlerimle ilgili ilk taktir, öneri ve eleştirileri bu yıllarda aldım. Bakırköy’deki atölyeme yerleşinceye kadar birkaç atölyem daha oldu. Bugüne kadar 18 kişisel sergi, ulusal ve uluslararası onlarca fuar ve sayısız karma sergide yer almış, yine onlarca organizasyona imza atmış biri olarak, sanatsal kariyerimde önemli birikimlere ve deneyimlere sahip olduğumu görüyorum. Bu insanı çok mutlu eden bir duygu. Ancak daha da mutluluk veren tarafı ise; hala ilk günkü, o ‘bordum kattaki’ heyecanımı koruyor olmam; bunu biliyor ve her gün hissediyor olmam…

Sizi sosyal sorumluluk projelerinde ve inisiyatiflerinde sıkça görmekteyiz. Sanatçıların, birbirinden beslenmeyle sonuçlanan iş birliğini savunduğunuzu da biliyoruz. Bu anlamda sanat gruplarının gücüne de inanıyorsunuz. Türk resim tarihinde de örnekleri olan sanat gruplaşmaları ve onların bugüne yansımaları konusundaki görüşleriniz nelerdir? Akademi yıllarınızda, dört arkadaş bir araya gelerek Türk resim sanatı için kurduğunuz hayallerinizden bize bahseder misiniz?

Fakülte yıllarında ‘Akımsal Sanat Grubu’ adı ile kurduğumuz ilk sivil toplum örgütlenmemiz benim için çok özeldir. Türk resminde bizden önceki kuşakların varoluş hikayelerinde, ‘Osmanlı Ressamlar Birliği’, ‘Müstakiller’, ‘D Grubu’, ‘Yeniler Grubu’, ‘Onlar Gurubu’ gibi grup hareketlerinin çok önemli bir yeri olduğunun bilincindeydik. Bu bilinçle, dört hayalperest arkadaşımla (İlhan Aydan, Işıl Karaca, İbrahim Arslan ve ben) geleceğin öncü ressamlarına yeni bir hikâye yazıyorduk. Düşünün ki; Anadolu’dan yükselen bir hayal gerçek olsun… Bir genç için güzel ve güçlü bir hayal olsa gerek! Bu yüzden bu hamlemizi hiç unutamıyor ve çok önemsiyorum. Bu amaca binaen birlikte sergiler açar, sosyal projelerde yer alır, enstalasyon, workshop gibi etkinlikler düzenlerdik.

İstanbul’a yerleşince, aynı akademiden mezun ve aynı serüveni yaşamış Anadolu’dan gelen 4 değerli ressam arkadaşımla (Musa Güney, Mustafa Albayrak, İsmail Tetikçi, Tolga Boztoprak) “DoğuYORUM Sanat Gurubu”nu kurduk. O günlerde sanat camiasından kimseyi tanımadığımız için birbirimize destek olmak, sanatsal çalışmalarımızın kritiğini yapabileceğimiz bir platform oluşturabilmek, kendi organizasyonlarımızı kendimiz yürütebilmek, eserlerimizi sanatseverlere ve akademik camiaya tanıtabilmek, diğer sanatçılarla işbirliği kurabilmek, bizden sonraki kuşaklara da ışık tutabilmek gibi hedefler belirledik. Öyle de oldu…

Grup beklediğimizin çok üstünde büyüdü. Ulusal ve uluslararası fuarlarda yer aldık, sergiler açtık, grubun her bir bireyi kendi katılımcısını oluşturup organizasyonlar yürütür oldu bir süre sonra… Aralarında çok kıymetli sanatçılarımızın da olduğu, çoğunluğu genç sanatçılarımızdan oluşan yüzlerce ressam ve heykeltraşa ev sahipliği yaptık. Akımsal Sanat Gurubu ile kurduğumuz hayallerin bir kısmını, DoğuYORUM sanat gurubu ile hayata geçirmiş olmanın mutluluğu ve gururunu yaşıyordum.

Kadir Ablak

Bir sonraki yıl, bugün halen başkanlığını yaptığım Beyoğlu Plastik Sanatlar Derneği’nin de sanat etkinlikleri koordinatörlüğünü yürütmeye başladım. Son 4 yıldır sağlık sorunlarım ve bireysel yoğunluklarım nedeni ile hızımızı biraz düşürmüş gibi görünüyor olsak da çalışmalarımız hala devam ediyor.

Bakırköy’e 5 yıl önce taşındım. Burada, Bakırköylü Sanatçılar Derneği sayesinde başta Muhsin Kut, rahmetli Üstün Asutay ve Tarık Akan olmak üzere çok kıymetli sanatçılarla tanıştım. Sanatsal paylaşımlarımız ve sohbetlerimiz oldu. Birikimlerinden ve tecrübelerinden istifade ettim. Son iki yıldır, bu kurumun Danışmanlık Kurulu Başkanlığı’nı yürütüyorum. Sayısız organizasyon ve sergiler yaptık.

Bütün bu süreçlerin dışında, bireysel onlarca sergi ve fuar organizasyonuna da öncülük ettim. İngiltere, Fransa, İtalya ve Rusya’da, ülkemiz sanatını temsil amacıyla genç ve usta sanatçılarımızla önemli projeleri hayata geçirdik.

Grup ve inisiyatiflerin gerek bireysel gerekse ülkemiz sanatına olan katkısı yadsınamaz ölçüde büyüktür ve ben bunun canlı şahidiyim. Özellikle gençler için, kendilerini ve sanatlarını tanıtmak, kendinden öncekilerin tecrübe ve deneyimlerinden yararlanmak açısından, sivil örgütlenmeler çok ama çok önemlidir. Ben bu yüzden öncülük ettiğim guruplar, dernekler ve bireysel etkinliklerimde, gençlere hep öncelik tanıdım. Ülkemiz sanatının geleceği oldukları gerçeğine önce ben inandım; sonra onları inandırmaya, motive etmeye çalıştım.

Sayısız sayıda çok başarılı genç sanatçımız var ve bizim kuşaktan daha iyi işler çıkaracaklarına inanıyor, ülkemiz sanatını dünyanın her yerinde layıkıyla temsil edeceklerini biliyorum. Onlara en büyük tavsiyem; benim onlara inandığım kadar, onların da kendilerine inanmalarıdır. ‘İnanmak, başarmanın yarısıdır.’

Konularınızı neye göre bilirlersiniz?

Üniversite yıllarında ilk özgün işlerimi üretmeye başladım. Yıllarca pentür konusunda denemeler yaptım, hala da yapıyorum. Kaligrafiye olan yatkınlığım ilk denemelerimde bazı resimlerime konu oldu, daha sonra “Evinize Giren Resital” adlı bir seri resim yaptım. Müziğe olan tutkum bu yıllarda resimlerime yansıdı. 2005 yılında İstanbul’a yerleştiğimde, her sanatçı gibi ben de bu kadim şehirden fazlasıyla etkilenmiştim. İstanbul, şiir tadında büyüleyici çarpıcı bir o kadar ürkütücü bir şehirdi benim için. Bu şehirle ilgili yazılan çizilen ne varsa hepsini araştırmaya, eski İstanbul fotoğraflarını ve gravürlerini çeşitli tekniklerle resimlemeye başladım. Dikkatimi İstanbul’un büyüleyici yönlerinden uzaklaştırıp, gerçeklerine, sorunlarına yöneltmek oldukça zamanımı aldı. Bu gerçeği ve sorunları, estetiğe dönüştürebilmek ve aynı zamanda tez konum olan, “çirkinin göreceliliği” üzerine düşünce ve araştırmalarımı, resimlerimle sunmak üzere bugün de devam eden “Bir Metropolün Anatomisi” adlı seri resimlerimi icra etmeye başladım.

Eserlerinize ilham kaynağı olan şey/ler nelerdir? Tablolarınızda yaşanmışlıkları görüyoruz. Renk ve doku duyularımıza işliyor. Bizlerde etki bırakan derin detaylı resimler yapmayı özellikle mi tercih ediyorsunuz?

Müzik şiir ve doğa, tüm hayatıma ve sanatsal serüvenime ışık tutmuş ve beni yönlendirmiş başlıca etkenler olmuşlardır. İçinde samimiyet ve içtenlik barındıran her şey ilham kaynağımdır benim.

‘Kendi toplumsal değerlerinden’ ve ‘gerçeklerinden’ uzak bir eser, samimiyet ve içtenlikten yoksundur” bana göre.

Cansız varlık yoktur, duyarsız insan vardır. Bilakis ölü olan tek şey duyarsızlıktır. Duyularımızla temas ettiğimiz her şey/nesne bize, biz de o ‘şey’e dönüşürüz. O bizim hafızamızı, biz de onun hafızasını taşırız. Yıllardır yaşadığım coğrafyalar değişse de bu düşüncem hiç değişmedi ve “Bir Metropolün Anatomisi” adlı serimin manifestosunda şu cümle ile netlik kazandı:

“Mekânlar da; insanlar gibi nefes alır, ağlar, üzülür, sevinir, aşık olur ve zamanı geldiğinde ölür benim dünyamda.”

Bu temel düşünce ve hislerimin üzerine inşa ederim resimlerimi… Yaşadığına inanmadığım hiçbir şeye resimlerimde yer vermem. Ölülere yer yoktur benim resimlerimde; sadece ölü taklidi yapan imgeler vardır. Onları da görmezden gelirim resim yaparken, ötelerim… Beni, benden önceki tasvirci gerçekçiliğe yaklaştıran da budur ayrıştıran da…

Her birimiz geldiğimiz coğrafyalardan, kendi kültürel ve sosyolojik doğrularımızı da getiririz kentlere. Bu durum, kentlerde çok kültürlülüğe yol açar. Çatışma ve kaosa açık yeni bir normla karşı karşıya kalırız. Bu da güvenlik ve endişe kaygılarını beraberinde getirir. Kaygı, gösteriş ve diğerine karşı daha güçlü olma gibi iç güdüler, yeni yapılanmaları ve kuralları da beraberinde getirir.

Bana göre bu yeni yaşam biçimleri, insani yönlerimizi törpülüyor ve mekanik, planlanmış bir kurgunun, oyunun gönüllü mahkumlarına dönüşüyoruz. Apartman, plaza, AVM gibi yeni kavramlar üretiyoruz. Yeşili, doğayı yok ediyor, apartman ve plazalardaki balkonlarımızda, saksılarda büyüttüğümüz küçücük doğalarımızla yetiniyoruz. Teknoloji ile birlikte hem biz, hem yaşam alanlarımız kirleniyoruz, dönüşüyoruz… Güneş enerjisi panellerinden, uyduya, antenden kabloya, klima motorlarından doğalgaz sayaçlarına, yeni eşyalar üretiyoruz.

Ben, ülkesine kültürüne ve doğasına hayran olacak kadar yerel, tüm insanlığa kucak açabilecek kadar evrensel bir sanat emekçisiyim. İçinde bulunduğum toplumun, hasletlerine, özlemlerine, acılarına, sevinçlerine, yaşam biçimleri ve dünya görüşlerine şahitlik ediyorum.

Herhangi bir özenti ile düşünsel ve plastik anlamda bir intihalin, sanatçının kendine yapabileceği en büyük kötülük olduğuna inanıyorum.

Her şeyden önce siz de ben de insanız ve aynı coğrafyada aynı kaderleri paylaşıyoruz. Ortak acılarımız ortak sevinçlerimiz olduğu gibi, farklı düşüncelerimizle de bu mega kentte birbirimizle tahammül ve anlayış çerçevesinde yaşamayı öğreniyoruz. Kasımpaşa’daki yaşlı binanın küf kokusunu hep beraber teneffüs ederken, Levent’deki yüksek katlı cam ve metal yığını gökdelenlerin ürküten ve küçümseten görüntülerine hep beraber katlanıyoruz…

Tercih ettiğim konular, renkler, tekstür, ışık, perspektif vb. hepsi, insani ölçülerini ve gerçeği koruyarak, eleştirel bir dille bu amaca hizmet etmektedirler. Duygularımıza temas etmeleri, aidiyet hissi uyandırmaları bu yüzdendir. Çoğunlukla insansız fakat insani tüm değer ve hasletlerimizi, geçmişimizi, anılarımızı, her gün içinden geçip farkına varamadıklarımızı hatırlatır benim resimlerim… Bilinçli bir yaklaşımları vardır eserlerimin; geçmişi hatırlatırken, geleceği sorgulatırlar. Rengiyle, dokusu ve ruhuyla duygularımıza temas etmeleri ve aidiyet hissi uyandırmaları bundandır. Yalnız ‘duyarsızlar’ bundan nasibini alamazlar!

Eserlerinizde kahverengi ve turkuaz hakim. Bu iki renk size ne ifade ediyor?

Kahverengi anaç bir renktir bana göre, tüm renkleri kucaklar ve diğer renklere kendilerini ifade edebilme özgürlüğünü tanıyacak kadar demokrat bir renktir. Tüm resimsel dönemlerimde asla vazgeçemediğim kahverengiye olan ilgim, Rembrandt hayranlığımdan gelir… Batı’da da, Ön Rönesans’tan günümüze, kahverengi vazgeçilmez bir renk olmuştur. Turkuaz ise bizim kültürümüzün bir parçası, rengidir. Binlerce yıldır halılarımızda, çinilerimizde, minyatür ve mimari eserlerimizde kullandığımız, bu topraklara ait olan bir renktir.

Resimlerimle, bize ait olanları belgelemeyi ve bu vesile ile bizi dünyadaki diğer insanlara tanıtabilmeyi, onlarla, ‘bizi’ paylaşabilmeyi misyon ediniyorum. Kahverengi ve Turkuaz bu vizyon ve misyonun renkleridir.

Sizi etkileyen veya beğenerek izlediğiniz sanatçılar kimlerdir? Bir röportajınızda Burhan Doğançay’ın resimlerinden etkilediğinizi söylemiştiniz. Sanatınızın şekillenmesine bir etkisi var mı?

Arada zaman farkımız olsa dahi, kendimi, benim gibi düşündüklerine inandığım, “Yeniler” ve “Onlar Grubu” sanatçılarına yakın hissediyorum. Sanatsal ve düşünsel duruşlarına hayranlık duyduğum, gerek edebiyatta (Sabahattin Ali, Orhan Kemal, Rıfat Ilgaz, Orhan Veli vb.) gerekse resim sanatında ( Başta Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Neşet Günal olmak üzere, Cemal Tollu, Nurullah Berk, Nuri İyem, Avni Arbaş, Selim Turan, Ferruh Başağa, Nedim Günsür, kendileri ile tanışma fırsatı da bulabildiğim Burhan Doğançay, Neş’e Erdok, Nedret Sekban gibi) öncü ressamların açtığı yoldan devam eden ve önceleri toplumsal gerçekçilik olarak başlayan hareketin, tasvirci gerçekçiliğe dönüştüğü noktada kendimi dahil edebiliyorum bu zincire.

Burhan Doğançay’ı ilk kez Contemporary İstanbul’da gördüm. Bir lastikçi tamirhanesini olduğu gibi fuara taşımıştı. Hiçbir abartı yoktu, son derece natürel, son derece ‘bizim’di. Bizim hayatımızdan bir kesitti bu tamirhane, tüm kiriyle, pasıyla, salaşlığı ve yorgunluğuyla… o tamirhanede tamircinin kendisi bedenen yoktu ama ruhen aramızdaydı. Ellerindeki lekelerinden, yüzündeki yorgun gülümsemeye kadar, bizim belleğimizdeki tüm gerçekliği ile oradaydı. Tıpkı Nuri İyem’in, yüzümüze kocaman gözlerle bakan köylü kadınları gibi, Neşet Günal’ın emekçi figürlerinin büyük ve güçlü el ayakları kadar, Nedret Sekban’ın çingeneleri kadar gerçekti ve oradaydı o tamirci… O gün tanıştık ve araştırdım, daha birçok ortak yanımızın olduğuna şahit oldum. Duvarlara olan merakından, kaligrafiye…

Bütün bu sanatçılar, resmin konusunu sosyolojik bir sorunsal olarak ele alıyorlar, plastik anlamda batının argümanlarını kullanıyor olsalar bile, eserlerini, konu tercihlerinden tutun da boyayı sürme biçimlerine varıncaya kadar tüm süreçlerini kendi dillerine dönüştürmeyi başarabiliyorlardı. Bende aidiyet hissi uyandırıyordu işte bu sanatçıların eserleri…

Benim için Burhan Doğançay’ı diğerlerinden ayıran en büyük farkı insansız şekilde, insana dair olanı anlatılabilmesiydi. Duvarlar serisi, dünyanın her yerine giderek elde ettiği dokümanlarla eserlere dönüştü ve bu eserler, gezdiği gördüğü ülkelerdeki diğer insanların siyasal, sosyal ve kültürel hafızalarını ülkemize taşımış oldu. Öyle zannediyorum ki çirkin, onun için de göreceliydi. Sosyal ve kültürel bir mesajı insansız da, ‘mekanlar üzerinden’ verebileceğim tezimi ve başarabileceğime olan inancımı güçlendirmiştir Doğançay.

2019 yılında Türk-Rus kültür yılı kapsamında çok özel ve değerli bir organizasyon düzenlendi. hem İstanbul’da, hem de St.Petersburg’da geniş ilgi gören projenin gelişimini ve aldığınız eleştirileri bizzat sizden öğrenmek isteriz.

2019 yılı en yoğun yıllarımdan biriydi. Birbirinden değerli önemli etkinlikler yaptık. Yılın ilk aylarında Ankara Arda Sanat Galerisi’nde 2018-2019 imzalı 25 eserim sergilendi. Yine aynı galeride Aralık ayında, her yıl düzenli olarak küratörlüğünü yürüttüğüm ve genç sanatçıların katılımıyla gerçekleştirdiğimiz ‘Kış Mektupları’ adlı sergiyi açtık. İstanbul Zeytinburnu Kültür Merkezi’nde, ülkemizin önde gelen küratörlerinden, sevgili M. Lütfi Şen hocamızın küratörlüğünde ve Zeytinburnu Belediye Başkanlığı’nın ev sahipliğinde, önceki yıllara ait çeşitli koleksiyonlarda yer alan eserlerimle ‘Kritik Eşik’ adlı mini retrospektif sergimi açtık. Küratörlüğünü yine M. Lütfi Şen’in yürüttüğü, Merkezi Dubai’de olan Damsco Grup Holding’in ev sahipliğinde, Türkiye-Suriye dostluğuna katkı sağlamak amacı ile, iki Suriyeli-iki Türk sanatçı olmak üzere yılın en çok ses getiren etkinliklerinden birini hayata geçirdik.

Türk-Rus Kültür Yılı kapsamında yapılan ‘Suya Yansıyan Tarih’ adlı sergiler ise, son yılların en çarpıcı en çok ses getiren sergilerinden biri oldu. Gerek Türkiye’de gerek Rusya’da, iş, sanat ve siyaset dünyasından birçok kişi tarafından ilgi ile taktirle karşılandı.

Küratörlüğünü, sergide eserleriyle de yer alan, Kırım asıllı hem Rus hem de Türk vatandaşı olan Ressam Aygül Okutan’nın yaptığı organizasyonun danışmanlığını da yürüttüm. Beşiktaş’ta Kethüda Hamamı’nda gerçekleşen serginin, Türkiye’de ev sahipliğini Beşiktaş Belediyesi yaptı. Kültür Bakanlığı, Rusya İstanbul Baş Konsolosluğu, Beşiktaş Belediyesi, THY ve Lukoil Türkiye de organizasyona katkı sağladılar.

Hazırlıkları 1,5 yıl süren serginin metin yazarlığını, her iki kültüre de hakim, değerli tarihçimiz Sayın İlber Ortaylı yaptı. Başından sonuna kadar fikir ve önerileri ile bize ışık tuttu. Yedi Türk sanatçı, yedi de Rus sanatçı yedişer resimle sergide yer aldık. Biz, onları burada misafir ettik ve onlar da bizi St-Petersburg’da misafir ettiler. Rus ressamlar İstanbul’u resmederken, biz de St-Petersburg’u resimlerimize konu/konuk ettik. Anlamlı, kaynaştırıcı ve öğretici bir proje olmuştu. Paneller, videolar, yerel lezzetlerle sunulan kokteyller ve gezilerle, her iki ülke de, kendilerini, kültürel kapasitelerini, olanaklarını tanıtma, gösterme fırsatı buldu.

Çalışırken motivasyonunuzu nasıl sağlıyorsunuz?

Genelde öğlen saatlerinde uyanırım. Sağlıklı bir yaşamım olduğunu söylememem ama günümü verimli değerlendirmeyi severim. Her gün bir iki saatliğine de olsa dışarıya çıkarım. Ya bir sanatçı dostumun atölyesinde ya da Bakırköylü Sanatçılar Derneği’nde bazen de ailemle zaman geçiriyorum. En geç akşam 8’de tüm işlerimi halletmiş olmalıyım çünkü bu saatte resim yapmaya başlayamazsam konsantrasyonumu toparlamam oldukça zorlaşıyor. Eğer bir sergi açılışı ya da bir akşam yemeği buluşması yoksa bu kuralımı ihmal etmemeye özen gösteririm. Aksi taktirde tüm gece sürecek çalışmama odaklamam zorlaşacaktır. Gece sadece müzik ve resimle baş başa kalırım. Böylece, motivasyonumu dağıtacak etkenlerden mümkün oldukça uzak durmuş olurum.

Pandemi süreci size ve işlerinize nasıl yansıdı? Süreci nasıl yönettiniz veya yönetmeye devam ediyorsunuz?

Aslında pandemi, hayatımızın diğer alanlarına olumsuz yansımış olsa da sadece resim yapabilmek için çok güzel bir fırsat oldu. Günlük sosyal yaşantılarımıza sınırlama getirdiği için bu vesileyle bol bol resim yaparak, bu durumu faydaya dönüştürdüm.

İlk günlerin şaşkınlığı ile sanat piyasası ve sanatseverler bir süre sanata zaman ayıramadı diyebilirim. Fakat sonra galerici ve diğer kişi ya da kurumlar, sanal iletişim yolları ile insanlara ulaştı ve eser siparişleri vermeye başladılar. Sanal sergiler ve müzayedelerin sayısı oldukça arttı. Bu süreç sanatçı ile sanatseverleri buluşturma noktasında yeni yöntemlerin gelişmesine de vesile oldu. Ama her şeye rağmen, sergi açmak ya da bir sanatçının sergisine bizzat gidip orada sanatçı ve sanatsever dostlarla buluşup kucaklaşıp, sohbet etmenin yerini hiçbir zaman alamayacak bu yöntemler. Sınırlı katılımla bazı organizasyonlar yapıyoruz aslında, ya da yapılan organizasyonlara davet ediliyoruz. Fakat tatmin etmiyor, beslenemiyoruz doğrusu… Sergilerin, fuarların, müzelerin hayatımıza neler kattığını bu süreçte daha iyi anlamış olduğumu söyleyebilirim.

Okuyuculara ve SanatOkur ekibi olarak sizlere, zaman ayırdığınız için çok teşekkür eder, bu zor zamanlarda esenlik ve sağlık dilerim.

Önceki

Erkan Kocaman ile Tiyatro Mahal Üzerine Keyifli Bir Söyleşi

Şevki Köse
Sonraki

Portfolyo: Şevki Köse

Kaçırmayın!

Türkiye-Japonya İlişkilerinin 100. Yılı'na Özel Konser

Türkiye-Japonya İlişkilerinin 100. Yılı’na Özel Konser

Suna ve İnan Kıraç Vakfı kültür kurumları, Türkiye ve Japonya arasındaki kültürel
İbrahim Selim “Bana Kimse Ne Olduğunu Anlatmadı” MÜZEDE SAHNE

MÜZEDE SAHNE Sakıp Sabancı Müzesi’nde Başladı

Sakıp Sabancı Müzesi’nin Sabancı Vakfı desteğiyle her yıl Ağustos ayında