Sürrealizm, 1920’lerde Fransa’da ortaya çıkan, bilinçaltı, rüyalar ve özgür çağrışım gibi unsurları sanatın merkezine alan bir sanat ve edebiyat akımıdır. Sürrealistler, bireyin iç dünyasını özgürce ifade etmesinin önemini savunmuş ve özellikle Freud’un düşüncelerinden oldukça etkilenmişlerdir. Yalnızca sanatsal bir devrim değil, aynı zamanda bireyin bilinçaltına yapılan bir yolculuktu. Ancak bu akımın en çarpıcı paradokslarından biri, özgürlük ve içsel ifade arzusunu savunurken, kadın sanatçılara yönelik görünmez sınırları da içinde taşımasıydı.
Sürrealist hareketin öncülerinden Andre Breton ve birçok erkek Sürrealist sanatçı, kadını yaratıcı konumda değil, “ilham kaynağı” olarak konumlandırmış ve değerlendirmiştir. Kadın, onların gözünde bir “muse” yani erkeğin sanatsal dehasını harekete geçiren bir araç olarak konumlanmıştı. Kadınların bireysel ifade haklarını ve yaratıcı konumlarını görmezden gelen bu tutum ne yazık ki dönemin genel tavırlarından biriydi. Sürrealist harekette etkin olan pek çok yetenekli kadın sanatçı Breton’un yazılarında ve manifestolarında nadiren yer almıştır. Hareketin öznesi hep erkekler olmuş ve kadınlardan genellikle, erkek Sürrealistlerin sevgilileri, eşleri ya da modelleri olarak bahsedilmiştir.
Xavière Gauthier, Breton’un kadın sanatçılara yönelik yaklaşımını detaylı biçimde ele alıp eleştiren ilk araştırmacılardandır. “Sürrealizm ve Kadın” (1971) adlı çalışmasında Carrington, Varo ve Tanning gibi sanatçıları, Sürrealizmin sadece pasif nesneleri değil, aktif üreticileri olarak yeniden değerlendirilmiştir.
Remedios Varo Madrid doğumludur. Varo, gözlemsel çizimi babasından öğrenmiş ardından ressam olarak akademik eğitim almıştır. 1930’larda Barselona ve Paris’e taşınmasının ardından modernist düşünürlerle tanışmış ve Sürrealist sanatçılarla yakın ilişkiler kurmuştur. Sürrealist grupla olan bağını, 1935’te Esteban Francés, Oscar Domínguez ve Marcel Jean ile birlikte gerçekleştirdiği “cadavre exquis” (mükemmel ceset) tekniğiyle oluşturulan isimsiz kolajda gözlemleyebiliriz. Bu teknikte sanatçılar sırayla aynı kâğıda bir unsur ekleyip katlayarak kolektif bir çalışma ortaya çıkarıyorlardı.
1941 yılında, Meksika’ya taşındı. Göçmen sanatçılar ve entelektüeller ile kurduğu yeni dostluklar sanat üslubuna da yansıdı. Özellikle Sürrealist ressam Leonora Carrington ile derin bir dostluk ve sanat ortaklığı geliştirdi. Bu dönemde ürettiği ilk eserler, savaşın ve göçün teması üzerinde şekillenirken, 1947’de Meksika’da kalmaya karar vermesinin ardından sanatsal dili gelişerek evrildi.
Varo’nun bu dönem eserleri, genellikle kadın bir başkahramanın doğaüstü güçlerle karşılaştığı, dünya dışı anlatı sahnelerini konu alıyor. “Jonglör (Büyücü)” adlı eserinde, kasaba halkına mucizeler sunan bir sihirbazı tasvir ediyor. Eserde, sihirbazın yüzünde görülen pentagram şeklindeki sedef kakma, antik sembollerden biri olan beş köşeli yıldızla aydınlanmaya gönderme yapıyor.
Remedios Varo’nun “Psikanalistten Ayrılan Kadın” isimli eseri hem sürrealizme hem de ataerkil sistemlere eleştirel bir yaklaşım sunduğu güçlü göndermeler barındıran eserlerindendir. Kadının içsel dünyasını, bireysel dönüşümünü ve toplumsal rollere karşı verdiği mücadeleyi simgeler. Varo, bu eseriyle kadını edilgen bir “muse” değil, aktif bir özne olarak konumlandırır ve onu bilinçaltının dar kalıplarından kurtarır.
Kompozisyonun merkezinde, elinde bir maske taşıyan kadın figür yer alır. Kadın, dış dünyaya yeni çıkıyormuş gibidir; bir geçiş halindedir. Figürün arkasında, gotik mimariyi andıran bir yapı görünür. Bu yapı, psikanalistin mekânını simgeler. Mekânın soğuk, mekanik ve boğucu yapısı, psikanalizin rasyonel, bilimsel ancak kısıtlayıcı tarafına dair eleştirel bir imadır.

1963’teki ölümüne dek Varo, çoğu Meksika’da olmak üzere 500’den fazla eser üretti. Yakın gözlem ve titiz teknikle metafizik bir dünyanın gizli harikalarını ortaya çıkarmayı arzuluyordu. Şair Octavio Paz, onun sanatı için şu sözleri söylemişti:
“Sanki elleriyle değil de gözleriyle resim yapıyormuş gibi, Remedios tuvali süpürüyor ve şeffaf yüzeyine berraklıklar yığıyor.”
Sürrealist kadın sanatçıların önemli temsilcilerinden bir diğeri de Leonora Carrington. Carrington, İngiltere’nin Lancashire kentinde doğmuştur. Üst sınıf bir aileye mensuptu ve bu durumun getirdiği toplumsal beklentilere uyarak yaşamak istemiyordu. Roma Katolik yatılı okullarının kurallarını mantıklı bulmuyor ve uymak istemiyordu. Bunun yerine ilgi alanları İrlanda masalları ve Lewis Carroll, Jonathan Swift ve Beatrix Potter gibi İngiliz yazarlardı, onların eserlerini okumak sanatla ilgilenmek istiyordu. Sanat tarihçisi Susan Aberth şöyle aktarıyor “Çocukluğu peri masalları ve fantastik edebiyatla dolu olan Carrington, o gençlik zihniyetini asla kaybetmedi ve doksanlarında bana gözlerinde bir parıltıyla Lewis Carroll kafiyelerinin uzun pasajlarını kelimesi kelimesine okurdu.”
Carrington, Paris’te Ernst ile tanıştı ve ikili birbirine aşık oldu. Kısa süre sonra Fransa’nın güneyindeki St. Martin d’Ardèche yerleştiler. Burada sık sık Sürrealist arkadaş çevrelerini ağırladılar. Yine de Carrington hareketin dışında kaldı. Akıl hocası ve arkadaşı Arjantinli-İtalyan sanatçı Léonor Fini’nin dediği gibi, Carrington “asla Sürrealist değildi, gerçek bir devrimciydi”! Carrington sanat tutkusunu ve sanattaki konumu şu sözleriyle özetliyordu, “Kimsenin ilham perisi olmak için zamanım yoktu… Aileme isyan etmekle ve sanatçı olmayı öğrenmekle çok meşguldüm.”

Carrington 1942’nin sonlarında hayatının geri kalanını geçireceği Mexico City’ye taşındı. Leonora Carrington’un “Daughter of the Minotaur” (Minotor’un Kızı) adlı eseri, sanatçının mitoloji, kadın kimliği ve bilinçaltıyla örülü evrenini güçlü biçimde yansıtır. Minotor figürü, mitolojik anlamda çoğu zaman şiddet, karmaşa ve bilinçaltı arzularla ilişkilendirilir. Ancak Carrington, bu figürü sadece bir “canavar” olarak değil, aynı zamanda bir baba figürü, koruyucu bir güç olarak tasvir etmiştir. Minotor artık bir düşman değil, içsel gücün, ataların ya da bastırılmış bilinçaltının sembolü haline gelir. Carrington, bu eserle kadının içsel yolculuğunu, dönüşümünü ve gücünü mitolojik bir dille ortaya koyar.
Carrington’un “Night of the 8th” (8’inin Gecesi) isimli eser kapalı bir mekânın içinde, gizemli bir tören ya da ritüel gerçekleşmektedir. Sahne, bir tiyatro veya ayin atmosferini çağrıştırır. Carrington’un büyü, ritüel ve dönüşüm temalarını yoğun biçimde kullandığı önemli eserlerinden biridir. Eser, kadınların sezgisel bilgeliğini, doğayla olan ilişkisini ve kimlik dönüşümünü mitolojik ve simgesel bir düzlemde işler.

Carrington, seksen yıllık kariyeri boyunca etrafındaki dünyanın gizemini keşfetmeye devam etmiş ve hayatının sonunda, “Bildiğim tek şey, bilmediğimdir.” iddiasında bulunmuştur.
Dönemin Sürrealist çevresi kadını genellikle bilinçaltının pasif yansısı, ilham kaynağı ya da erotik bir figür olarak temsil ederken, Varo ve Carrington kadınları aktif, dönüştürücü ve bilgeliğin taşıyıcısı olarak resmetmişlerdir. Kendi mitolojilerini yaratmış, bilim, simya, büyü, rüya ve doğayı iç içe geçirerek kadın kimliğini hem içsel hem de evrensel bir düzlemde yeniden tanımlamışlardır.
Günümüz perspektifinde sürrealistleri sergiledikleri ötekileştirilmiş davranış biçimleri yüzünden eleştirsek de dil ifade bağlamını hala oturtabilmiş değiliz. Erkek- kadın sanatçı diye ayırmaktan vazgeçmek şöyle dursun hala bir tek kadın sanatçılardan bahsederken, duygusal çöküntülerden ya da travmalardan (!) köpürte köpürte bahsediyoruz. Kadınları ilham perisi yapmaktan vazgeçtik lakin duygusal çöküntülerini ilham perisi yapma tutkusundan vazgeçemedik.
Yaşadıkları dönemde “ilham perisi” olmaya şiddetle karşı çıkan bu deha ve olağanüstü yetenekli kadınlar mücadeleci tavırları ve yetenekleriyle günümüzde pek çok kadın için “ilham perisi” olduklarını bilselerdi acaba ne hissedelerdi.
* Otherworld: Kelt mitolojisinde gerçekliğin ötesindeki dünya.