Şahin Demir: Yüzünü Kaybetmektense Kimliğini Kaybetmek

Şahin Demir, Untitled
180 x 220 cm, 2021
Tuval Üzerine Yağlı Boya / Oil on Canvas
Şahin Demir, Untitled
180 x 220 cm, 2021
Tuval Üzerine Yağlı Boya / Oil on Canvas

Bir portrenin varlık nedeni, her şeyden önce, nitelikli bir kimlik tespit aracı olmasında saklıdır. Modern ya da geleneksel portre sanatında, temsili kimlikle modelin tipik ve biricik özellikleri mükemmel bir uyum sergilemeli; gerekirse modelin mesleğini, sınıfını, statüsünü, psikolojisini, bazen de inancını açık biçimde temsil etmelidir. 13. Louis’nin sert mizaçlı akıl hocası Kardinal Richelieu, Philippe de Champaigne’in elinde ölümsüz bir kimliğe kavuşmuştu. Leonardo’nun Mona Lisa’sı, parlak ve şaibeli kimliğiyle, şu an dünyanın en zengin kadını. El Feyyum mumya portreleri, iri gözler eşliğinde, uygarlığın en eski kimlik kartlarının sahibi. Courbet’nin, ilk selfie örneği sayılabilecek portresi, bugün, onun ölümsüz tek kimliği… Peki ama, gücünü insan yüzünden alan ve o yüze ölümsüzlük armağan eden portre, yüz’e karşı düzenlenen olası suikast girişimleri karşısında nasıl davranır? Bunun günümüz için cevabı açık bence: yüzünü kaybetmektense kimliğini kaybetmeyi tercih eder. Ve bir portrede, kimlik kaybıyla anonimleşen yüz, artık herkesin yüzüdür: savunmasız, kırılgan, hastalıklı, ifadesiz, distopik, pürüzlü, parçalanmış, plastik…

Çağdaş sanatın parçalanmış yüzlere ait portreleri, uzun bir süredir Türk sanatçıların da ilgi odağı. Bacon’ı, Anselm Kiefer’i, Picasso’yu, Warhol’u, hatta Velazquez’i yeniden kutsayan bazı örnekler, ticari kaygıların yarattığı plastik etkilere maruzken; bazı isimlerin çabası, kesinlikle gelecek vaat ediyor. Bunlardan biri de, bana göre, Şahin Demir.

Şahin Demir
Şahin Demir

Şahin Demir’in bazı çalışmaları, resimle grafiğin sınırlarını yok etmiş gibi dursa da; sanatçı, çağdaş portreye küçük öneriler sunmak istercesine, plastik denemeye cesur bir şans vermişe benziyor. Demir’in distopik, gri tonlarda, sepya hakim manzara resimleri ve natürmortlarına çok değinmeden; son dönem ağırlık kazanmışa benzeyen ikili ya da tekli portelerine baktığımda, kendi adıma, sinema kamerasının oyuncuyu kadraja dolduran “göğüs plan” çekim tekniğinin dondurulmuş suretlerine şahit olduğumu söylemeliyim. Sinemanın da bu etkiyi, antik heykel duruşlarından aldığını belirtmekte yarar var. Cepheden, profilden, üçte bir oranında bize dönmüş karakterler, çoğu kez, stüdyo fotoğraflarının parlak ve donuk etkisini yansıtıyor. Monokrom zemine yerleştirilmiş kadın oyuncular, adeta, deklanşör sesinden hemen önce, kendilerine verilen son bir komutla başlarını hafifçe çevirmiş, bakışlarını objektife sabitlemiş gibidirler… Sonuç ne mi? Güçlü bir görsel etki, kontrastların parlattığı, üç boyut havası veren, heykelsi yüzler. Ama sanatçı, “estetik beceri” kokan bu manzaraya, modelin hiç beklemediği bölgelerden ani müdahaleler yaparak, çalışmanın tamamını, güzel sanatlar yapıtına dönüştürmeyi başarmış. Fakat çağdaş sanat adına yapılan bu müdahale, ideal ya da “konjonktürel güzeli” inatla korumuş. Oysa bu akımın gerçek sahibi Batı resmi, aynı yüzü, çirkinleştirerek güzelleştirir; var olan ideal yüze müdahale etmek yerine, güzelin çirkin doğumunu sağlayarak tüm yüzeyde müthiş bir gerilim ve çatışma yaratır. Çoğu kez de, göz, tüm bunların canlı tanığı olarak bakışı teslim alır. Şahin Demir’se, ifadeyi, gözden çok ağza ve dudaklara vermişe benziyor. Karl Lagerfeld modellerini andıran robotik kadın bakışları, tüm çabalarına rağmen hiçbir duygu yaratmıyorlar. Bilmiyorum, bu büyük olasılıkla baştan amaçlanmış bir şeydi. Belki de sanatçı, günümüz insanının/kadının, kozmetiği besine dönüştüren bağımlı robotlara evrildiğini anlatmak istercesine “yapay zeka” kadın modeller yaratmayı amaçladı. Amaç buysa, hakkını teslim etmek gerek… Her şeye karşın, Şahin Demir’in açıkça yaratmayı başardığı bir durumdan, çatışmadan söz etmekte yarar var. Sanatçı, hiper-gerçeğe yakın duran kadın yüzlerine, kalın boyaların gücüyle yaptığı müdahaleyle, resim yüzeyine küçük bir hareket de katar. Buna, “kusursuz ile doğaçlamanın/rastlantının” ani karşılaşması demek daha doğru olacaktır.

Yine de, bazı portrelerde rastlantının kusursuz biçimde verilmesi, resmin tamamını kusursuz yaparken; bazılarında (özellikle kırmızı zemine yerleştirilmiş yüzlerde), figürün kusursuzluğu, resmin tamamını rastlantının kusurlarına kurban etmişe benziyor. Tamamen kişisel fikrim. Çünkü Şahin Demir’in mücadele ettiği alan; grafiğin, fotoğrafın ve klasik pentürün birbirini kokladığı, değecek kadar yakınlaştığı sisli bir alan. Warhol bunu peşinen itiraf edip, “Plastiği severim, plastik olmak istiyorum” diyerek kurtuldu.

Şahin Demir, bazen de, yüzün tamamına müdahale ederek, bir tür maske yaratmayı tercih etmiş. İkili ya da tekli bu çalışmalarda, boya katmanları yüzün tamamını kapladığı için, gözün, çarpıcı biçimde öne çıktığı hemen fark edilir. Bu seriye ait portrelerin çok daha güçlü bir ifadeye, okunaklı bir yüze sahip olduklarını söylemem gerek. Çağdaş sanatın; modernliğin, dolayısıyla kimliklerin parçalanması üzerine kurulu olduğu düşünülürse, bu tür portrelerin parçalanmış toplumsal kimliğe daha yakın durduğunu belirtmeliyim. Ama Demir’in kendi gücünü gösterdiği portreler, bana göre, siyahın ve grinin tonlarıyla yarattığı kadın yüzlerine ait çalışmalar. Tamamlanmamış havası veren, bazen boyanmayı bekler gibi duran, bazen de tuvalden yavaş yavaş yüzeye çıkmaya başlayan anatomik becerinin ürünü portreler… Üstelik bu seri, sanatçının ilk dönem dokunuşlarına çok daha yakın durmaktadır. Ve bir çoğu, sanat silsilesi içinde, öncü ustalarını anımsatan örnekler olarak, sanat silsilesi içinde, çok daha anlamlı bir yere sahip. Özgünlüğün kapılarını da bunlar açacak gibi görünüyor.

Şahin Demir resmi için yaptığım bu kısa okuma; esasen, çağdaş sanatın, üç ortağından biri olarak, izleyiciye tam yetki veren bağımsız bakışın bir sonucu. Eco’nun belleğinden ödünç alınma bir ifadeyle söylersek, çağdaş sanat, açık yapıtların izleyici yorumuna muhtaç olduğu parçalanmış bir sanattır. Ama yapıtın tersine, yorumun ucu sonsuza dek açık olamaz. Aynı şekilde, yapıtın açıklığı da, açıklığı okumaya değer kılacak anlamlı bir çıkış noktasına sahip olmalıdır. Baudrillard’ın hatırlattığı şekliyle, “sanatın sınır çizgisi, iktidarın sınır çizgisi kadar vahşi” ve belirlenemez olabilir; fakat insan gözünün ve aklının kesinlikle bir sınırı var. Şimdilik. Bunu anlamanın tek yolu denemek… Şahin Demir’in de çağdaş sanatın da yaptığı, birçok şeyin yanında, aslında bu. Sınırları belirsiz bir bozkırda, vahşice, yüze ait kimliğin olası sahiplerini aramak.

/…/

Durmuş Akbulut, senarist ve yönetmen. Uzun metrajlı sinema filmlerinin yanında özellikle plastik sanatlar konusunda yazılar yazmaktadır ve ressam belgeselleri çekmektedir. Resim Neyi Anlatır, Devrim Erbil: Resmin Şairi ve Sinemanın İlkleri adlı kitapları bulunmaktadır.