Robert Wiene, Dr. Caligari’nin Muayenehanesi, 1920
Robert Wiene, Dr. Caligari’nin Muayenehanesi, 1920

Sanat ve Bilinçdışı Çöplük

22 Aralık 2024

Freud, bilinçdışını ilkel, çocuksu ve hayvanca olan her şeyin, sözgelimi bastırılmış cinsel güdülerin, karanlık çöplüğü olarak tanımlıyordu. Zihin ve kişiliğin, kişinin farkında olmadığı kısımları bu karanlık çöplükte kaybolmuş durumdaydı. Koşullanmamızın izin vermediği bütün fikirleri ve düşünceleri “çöplük”e atıyorduk.  İstenmeyen/rahatsız edici düşünceler, “bastırma” yoluyla, bilinçli zihinden uzaklaştırılıp bilinçdışının çöplüğüne atılıyordu.

Jung’a göre ise bilinçdışı, insan doğasının bütün yönlerini içine alıyordu; aydınlık ile karanlığı, güzel ile çirkini, iyi ile kötüyü, derin ile yüzeyseli. Jung’un kuramına göre rüya, bilinçdışının söylemek istediği şeyleri dile getirir. Gerçekliğe ilişkin algımızın önemli bir bölümü bilinçaltı düzeyde sürüp gider ve rüya aracılığıyla bilinçdışından yüzeye çıkar. Rüya, bilinçdışı kökenli bir iletidir. Bilinçdışı sembollerle iş görür.

Ruhun içindeki bilinçli tutumlar, her zaman bilinçdışı tutumlarla dengelenir. Bilinçdışı, fikirlerini rüyalar, düşlemler, kendiliğinden beliren imgeler, dil sürçmeleri vb. aracılığıyla dile getirir. Bilinçdışı ileti göz ardı edilirse nevroza, hatta fiziksel rahatsızlığa yol açabilir. Jung, bu iletilerin irdelenip anlaşılır hale getirilmesi ile “bütün” hale gelebileceğimizi vurgular.

İşte bilinçdışının sanat ile sözleşmesi tam olarak burada başlar. İnsanlık evrimi boyunca sanat; hayatı, dünyayı, evreni kısacası varoluşu anlama ve anlamlandırma yolunda en önemli araçlarımızdan biriydi. Sanat, bilinçli dünyanın ya da bilinçdışı gerçekliğin dışa döküldüğü, kayıt edildiği, tekrarlandığı ve bu yollarla algılanıp aktarıldığı bir ihtimaller evrenidir.

Sanat, bilinçdışının sembollerini somutlama ve tanımlama serüvenimizde en önemli eşlikçimizdir. Sanat semboller, göstergeler, sesler, jestler, ikonalar vb. yollar ile insanı duyumlarından yakalayıp büyüler. Bilimden farklı olarak bilinçdışı ile aynı dili konuşur sanat. Bilim “bilinç”in dilinin konuşulduğu yerdir. Bilinçdışı kendini sanat ile somutlar. Varoluşu anlama yolunda bilinçdışının dilini en iyi bilen aracımız sanattır. Sanat, bilinçdışının ürünlerini anlamlandırabilmemizi, en azından soru sorabilecek kadar algılayabilmemizi sağlar. Onun elle tutulur, gözle görülür ya da işitilir olmasını sağlar.

Salvador Dali’nin tablolarında “şeyler” rüyalardaki gibi akışkan, akıcı ve düşler kadar irrasyonel, hayaller kadar sürrealdir. Luis Bunuel ile rüyalarından yola çıkarak yazdıkları Bir Endülüs Köpeği, gerçekliği algılayışımızda eksik bir parçayı hatırlatması açısından sinema tarihinin önemli filmlerindendir. Eksik parça rüyalardır.

Luis Bunuel - Salvador Dali, Bir Endülüs Köpeği, 1929
Luis Bunuel – Salvador Dali, Bir Endülüs Köpeği, 1929

Robert Wiene’nin 1920 yılında çektiği ve ekspresyonizm akımının sinemadaki en önemli temsilcisi olan Dr. Caligari’nin Muayenehanesi adlı film tasarımda, jestlerde ve seslerde kullandığı geometri ile olayları, akli dengesi bozuk ana karakterin zihninden takip etmeye davet eder izleyenleri. Film aracılığıyla delilik kabusunun sivri uçlarında gezeriz, ancak korkmadan. The Shining, Psycho ya da The Exorcist izlediğimizde aslında korkmadığımız gibi. Çünkü bu korku bilincimiz yerindeyken gördüğümüz bir kabus gibidir. Yani bunun bir kabus olduğunu ve film bittiğinde biteceğini biliriz. Bu nedenle kabusu ya da korkuyu güven içerisinde, çepeçevre deneyimleme fırsatı buluruz.

Ursula L. Guin’in, Tolkien’in, Marquez’in ya da George Martin’in eserleri aracılığıyla canavarlarla, devlerle savaşır, ejderhalarla yolculuk yaparız. Vadiler aşar, diyarlar gezeriz. Bilinmeyenlerin sularında yüzeriz, ya da bilinçdışının. Kendimize alternatif gerçeklikler yaratır, bilinçdışının yardımıyla (bu yardım muallaktır) mevcut ve maddi gerçekliğimizi aşarız. Onu sarsarız.

Mum ışığının duvara yansıttığı gölgelerden korkmasaydı Cervantes, dev yeldeğirmenlerine karşı savaş açar mıydı Don Quijote?

İnsan evriminin arkaik dönemlerinde bilinç – bilinçdışı ayrımı yoktu. Ya da bu ayrım günümüzdeki kadar net değildi. Zihin ve beden birdi, bütündü. Evrenin bir parçasıydı, aynı zamanda evrendi. Cinsellik, çıplaklık doğaldı, alenendi. Şiddet, öldürmek, tuzağa düşürmek hayatta kalmanın gerekli koşuluydu. Korku, tehdit, temkin rasyonaliteye ihtiyaç duymayan zaruri savunma mekanizmalarımızdı. Bizi avlanma, yem olma tehlikesine karşı uyarırdı. Korkuyu hissedince kaçardık ya da kulak kesilirdik, pusuya yatardık. Bizi avlayacak hayvanı, saldıracak düşmanı duyularımız, sezgilerimiz haber eder; bedenimizde, kan akışımızda, kalp ritmimizde, vücut ısımızda ya da bacaklarımızda kendini hissettirirdi. Rüyalarımız, kabuslarımız kadar berrak; kabuslarımız rüyalarımız kadar açıktı, netti.

Toplumsallaşma ile birlikte geliştik. Kurallara, normlara ihtiyaç duyduk. Yasaklar, ayıplar, günahlar yarattık. Toplumsal alan – özel alan ayrımı yaptık. Böylelikle daha güvenli bir dünya yarattık kendimize. Kendimizi doğadan, hayvanlardan, diğer insanlardan ve kendimizden koruyacak izole bir medeniyet kurduk. Bir arada güvende yaşamanın yollarını inşa ettik. Bunun yolu varlığımızı parçalara ayırmaktan geçiyordu. Önce “ben” ve “o” ayrımı yaptık. Sonra ben ve zihin, bilinç-bilinçdışı ya da id-ego-süperego…

Sanata bu yüzden bu kadar ihtiyaç duyuyoruz belki de. Sanat doğamızdan, geçmişimizden, evrimimizden kopardığımız, ayıkladığımız, bilinçdışının karanlık sularına bastırdığımız gerçekliğimizi apaçık bir normallikle bize yeniden hatırlatır, yaşatır. Sanat bizim kendimizle bütünleşmemizi sağlar. Sanat bilinci, bilinçdışı ile barıştırır.

Sözgelimi, Sam Mendes imzalı 2008 yapımı Hayallerin Peşinde filminde Kate Winslet ile Leonardo DiCaprio hiç tanımadıkları insanların önünde sevişir. Set ekibi sevişen bu iki insanı kayda alır. Filmin yönetmeni Sam Mendes, (Kate Winslet’in kocası) sahneyi keser ve nasıl sevişmeleri gerektiğini anlatır. Sahne tekrar ve tekrar farklı açılardan çekilir. Biz hiç tanımadığımız bir salon dolusu insanla bu sahneleri izleriz. Sanat tüm yasakları, ayıpları, günahları, sapkınlıkları, delilikleri; bilinçdışının çöplüğüne attığımız doğamızın tüm karanlık yanlarını gün ışığına çıkarır, meşru kılar, özgür bırakır.

Sam Mendes, Hayallerin Peşinde, 2008

Tarantino filmlerinde insanlar oluk oluk kan döker, Boris Vian romanlarında tecavüz hikayeleri okuruz. Çıplak heykellerin önünde fotoğraf çeker, parçalanmış bedenlerin resimlerine bakarız. Zulmü, işkenceyi, büyülü aşkları, cinayeti, dünya dışı yaşamı ya da öte dünyayı, kıyameti, sapıklığı ve sapkınlığı, arzuyu ve tutkuyu, düşü ve düşüşü, hazzı ve vahşeti, ölümü ve yaşamı, kısacası Jung’un deyimiyle insan doğasının tüm yönlerini izleriz, okuruz ya da dinleriz. Sanat bilinçdışımızı özgür bırakır. Sanat bizi biz yapar. Bizi kendimizle bütün kılar.

Ozan Bayav

Ozan Bayav, 1992’de Adana’da doğdu. 2010’da Ege Üniversitesi Felsefe Bölümü’nü kazandı. Aynı yıl Ege Üniversitesi Tiyatro Topluluğu’nda tiyatroyla tanıştı. Birçok oyun projesinde yazar, yönetmen, oyuncu, dramaturg ve rejisör olarak yer aldı. 9 (2016), Aynı Kuş Yankılanıyordu İçimizde (2017) ve Hanımlar ve Hizmetçiler (2019) adlı oyunları uyarlayıp yönetti. 2018’de Dokuz Eylül Üniversitesi, Sahne Sanatları Bölümü, Dramatik Yazarlık ve Dramaturgi ASD’yi kazandı. Dizi ve film senaryoları, tiyatro oyunları ve kısa öyküler yazmakta… Ayrıca Artistik Cimnastik Antrenörlüğü yapmaktadır.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Mete Güner
Önceki

Mete Güner ile İlk Kitabı “Kopukluk” Üzerine

Marcel Duchamp, Fountin, 1917.
Sonraki

Buna Sanat Denir mi?

Kaçırmayın!

Uygarlığın Kısa Bir Doğa Tarihi

Uygarlığın Kısa Bir Doğa Tarihi Kitabı Raflara Çıktı!

Ekolojist Mark Bertness’in, Uygarlığın Kısa Bir Doğa Tarihi adlı kitabı,
Mahir Güven

Mahir Güven’in “Ellerin Zamanlarla Dolu Geldin Bana” Sergisi Brieflyart Galeri’de!

Figüratif Türk resminin önemli temsilcilerinden biri olan Mahir Güven’in “Ellerin