Deniz Aktaş 16. İstanbul Bienali vesilesiyle tanıştığı küratör Nicolas Bourriaud’nun davetiyle Gwangju Bienali’nde yer alıyor. 7 Eylül-1 Aralık 2024 tarihleri arasında gerçekleşen Gwangju Bienali otuzuncu yıl dönümünde otuz ülkeden yetmiş iki sanatçıyı bir araya getiriyor. “PANSORI: 21. Yüzyıla Ait Bir Ses Manzarası” başlığıyla gerçekleşen ve günümüz dünyasının karmaşıklığını haritalandırma girişimi olarak nitelenen bienalde Aktaş Sınırlı, Kalıntılar, Kırılmış, Dağılmış ve Yığın başlıklı beş büyük ebatlı işiyle yer alıyor. Aktaş ile, katıldığı misafir sanatçı programlarını, çizimlerini oluştururken yararlandığı teorik çerçeveyi ve gürültülü çizimlerden sessizlik çizimlerine geçtiğini ifade ettiği sanat yolculuğunu konuştuk.
Çeşitli misafir sanatçı programlarına katıldın ve bunların malzemeyle kurduğun ilişkiyi şekillendirdiğini vurguluyorsun. Paris’te Cité Internationale des Arts (2016) ve Mülheim an der Ruhr, Almanya’da Urbane Künste Ruhr & Macroscope (2022) programları sanatsal bakışına nasıl etki etti?
Farklı ülkelerde farklı dinamiklerde rezidans programları var. Bazılarının program içerikleri katı, bazılarınınki esnek. Benim tercih ettiklerim salt bir atölyede hapsolmayı gerektirmeyenler. Kente bakmayı isterim, yaşam dinamikleri nelerdir, nasıl perspektifleri vardır, bunları merak ederim. Katıldığım ilk rezidans programı Cité Internationale des Arts Paris’te yapı, bulvar ve kaldırım taşlarına kadar bakmıştım. Hausman’ın Paris’i nasıl tekrardan kurguladığına… Bulvarların genişletilmesi, kentin yeniden inşası, taşınan mezarlıklar, yeni güvenlik alanlarının oluşturulması. Bunlar ilgimi çekmişti. Daha sonra Almanya’da uzun süreli bir programa davet aldım. Böylece hem Almanya’yı hem de vize serbestisinden ötürü başka ülkeleri gezebildim. Almanya’nın savaş sonrası kent dinamikleri ve insan ilişkileri son derece katı gelmişti bana. Zaman ve mekân donuk hâldeydi adeta. Hareketsizlik, sabitlik çok keskin hissediliyordu. Kurallar ve düzenlerle geçen bir zaman dilimiydi. Farklı ülkelerin sanat pratiğine bakmak, yeni perspektifler kazanmak, birçok kültür emekçisiyle yan yana gelmek muazzam oldu. Tabii ki bu sanatsal üretimimin değişmesine de yol açtı. Hem teknik anlamda malzemeye bakışımın hem de kavramsal içeriklerimin derinleşmesine vesile oldu.
Fransız antropolog Marc Augé’nin “yok-yerler” kavramını işlerinde nasıl kullanıyorsun?
Temelde bir tarihe ve kültüre sahip olan “yer” ile tarihsiz, zamansız, yersiz, kimliksiz bir biçimde var olan “yok-yer” arasında önemli bir ayrım var. Yok-yerlerin ortaya çıkması yerin karaktersizleşmesine ve anlamını kaybetmesine bağlı. On yıldır dünyayı saran bir kriz durumu mevcut. Ortadoğu’nun yıkılması ve inşası… Halen devam eden yıkımların sadece mekânlarının yıkımları ile ilişkili değil. Ekolojik tahribatın, bireyin kimliğini kaybetmesi, göç ve mültecilik gibi sorunlarla karşı karşıyayız.
David Harvey, bir yazısıyla yer aldığı Mekan Meselesi adlı kitapta yirmi birinci yüzyılda kentlerin hızla değişip kimliksizleşeceğinden bahseder. Yaşadığımız mekânın değişimi sadece toplumla değil siyasetle de ilişkilidir. Siyaset her daim bir mekâna ihtiyaç duyar. Doğrudan o mekân üzerinden ilerlemese de orada hareket eder. Bu süreci pratikte Türkiye ve Ortadoğu’da görmeye devam ediyoruz.
Teorik bir çerçeveyi çizimlerine aktarırken yürüttüğün tercüme işlemini anlatır mısın?
Yer ve mekân üzerine beni çeken bir şey var. Tam tarif edemiyorum. Gittiğim gördüğüm her yerde oluyor bu. Mekânların anlam ve karakterini yakalama düşüncesi ilgimi çekiyor. Organik bir bağ var yaşadığımız yer ile aramızda. Zaman bu bağı bir yandan güçlendirirken öte yandan unutturmaktadır. Zamanın tüketim evresindeyiz adeta. Yaşadığımız, nefes aldığımız mekânların giderek anlam ve karakterini yitirdiği ya da aramızdaki bağın zayıfladığı, hatta kaybolduğu bir dönemdeyiz. Tanımsız ve nötr… Bir şeylerin yapaylaştığı, doğallığını yitirdiği bir zaman. Her yerde buna maruz kalıyoruz. O görselleri ufak değişikliklerle, bazen ise hiç yapmayarak oluşturuyorum. Bunu da fotoğraf üzerinden kurgulayıp sonra fotokolaj yapıyorum. Bazen internet imdadıma koşuyor. Bulamadığım görseli bulabiliyorum. Onu da oradan alıp değiştirip bir yok-yere maruz bırakıyorum.
Yedinci Kıta başlıklı 16. İstanbul Bienali’nde iki küçük ebatlı çalışmanın yanı sıra Umudun Yıkıntıları başlıklı iki çizimin de yer alıyordu. Küratör Nicolas Bourriaud ile çalışma sürecinizden söz eder misin?
İstanbul Bienali ekibi benimle iletişime geçtiğinde yeni seri çalışmalarımın eskiz aşamasındaydım, üst üste gelen süreçler işimi kolaylaştırdı ve sevgili Nicolas ile görüşmemizde geriye sadece teknik ve zaman konusunu konuşmak kalmıştı. Kendisine üzerine düşündüğüm işleri gösterdim. Bu süreçte işlerin teknik çözümlenmesi ve boyutlarının kesinleştirilmesi gerekiyordu. İki işin eskizini gösterdikten sonra çizmeye başladım.
Hayatımızı ve birçok insanın hayatını değiştiren, sürekli hareket hâlinde olan, bir yere sığmayan ve her türlü oyunun çeşitli varyasyonlarını içeren (ama sanal olmayan) gerçek bir sahnede yaşadığımızı düşünüyorum. Bunun içine iltica, ekoloji, siyaset, savaş, kolonyal mevzular giriyor. İçine doğduğum coğrafyada bu rahatsız edici sürecin etki ve yankılarını, tahribatını yaşadım. Umudun Yıkıntıları serisini böyle ele alabiliriz.
Gwangju Bienali’nin sanat yönetmeni Nicolas Bourriaud’nin davetiyle ve SAHA desteğiyle ürettiğin seri nasıl bir bağlama yerleşiyor?
Gwangju Bienali’nin küratörü Nicolas Bourriaud ile yukarıda da bahsettiğim gibi 16. İstanbul Bienali vesilesiyle tanıştık. Kendisi 1990’ların ilişkisel estetik tarzını teorileştirmesiyle tanınıyor ve diğer sergilerinde olduğu gibi, Gwangju Bienali’nde de sesi bildiğimiz biçimiyle yaşamı yapılandırmanın bir aracı olarak tasavvur ediyor. Bienalin başlığı “PANSORI: 21. Yüzyıla Ait Bir Ses Manzarası”. Korece “pansori” kamusal alandan gelen gürültü olarak tanımlanıyor ki buna madunları sesi denebilir.
Bienal için yaptığım çizimlerde parçalanmış, kırılmış, dağılmış bir manzara var. Bunlar kuru toprak ve kuru otlar içinde yer alıyor. Hayatın durduğu, öldüğü, ıssızlığın başladığı bir sessizlik gürültüsü. Gürültü olmasının altında yatan neden o manzaraların kendi içinde sessizce bağırmaları. Sıradan bir görüntü ama kendi içinde matemi barındırıyor. Yanından geçilince bir anlığına da olsa bakılan ama duyulmayan bir çığlık benim için.
Nicolas Bourriaud Esthétique relationnelle (İlişkisel Estetik) kitabında 1990’lar sonrası sanatçıların geleneksel estetik anlayıştan farklı olarak “yaşamın mikro-ütopyalarını” kurma peşinde olduğunu belirtiyor. Önce İstanbul Bienali’nde, şimdi ise Gwangju Bienali’nde beraber çalıştığın Bourriaud’nin bakışıyla, kendi mikro-ütopya kurgunu nasıl tanıtırsın?
Yok-yerler bir şehrin kendisi veyahut bir düşlemin biçimsel mekânları değildir. Yok-yerler birçok kentin ana arterlerinden girdiğimizde karşılaştığımız eksik gedik, yarık ve oyuk addedilebilecek, dahası başka bir dizi soru ve sorunu barındıran benlik izlekleridir. Bir yere bakmak ya da bakamamak meselesidir; o yerle ilgili uzun yıllar biriktirdiğimiz gerçekliklerin günden güne başka gerçekliklere dönüşmesidir, bir sorunlar yumağıdır. Dikkat ederseniz işlerimde iki renk var. Bu bana yaşadığım hayatın pek de renkli olmadığını, gitmediğini, gidemediğini söylüyor. Bunlar bir resim ile anlatılabilecek kadar küçük konular değil. Zamanla oluşacak ve üzerine bol bol konuşulacak mevzular.
Örneğin yanı başımızda bir kentsel dönüşüm, diğer yandan Ortadoğu’nun yeniden yıkılması varken benim ancak bir köşesinden tutabildiğim bir mevzu bu. Malum birçok sanatçı için de popüler olan bu sorunların sanatsal olarak bizi bir yere götüremeyeceğini çok iyi biliyorum. Tıpkı yapıtlarımızda hayata dokunamadığımız gibi.
Gürültülü çizimlerden sessizlik çizimlerine geçtiğini ifade ettiğin sanat yolculuğunda estetik seçimlerinde neler değişti, neler değişmedi?
İzleyici için büyük bir değişiklik değil ama benim için yeni başlayan bir yol. Bienalde yaptığım çizimlerde parçalanmış, kırılmış, dağılmış bir manzara olduğunu belirttim. Gürültü olmasının altında yatan neden o manzaraların kendi içinde sessizce bağırması. Sıradan bir görüntü ama kendi içinde matemi barındırıyor. Yanından geçilince bir anlığına da olsa bakılan ama duyulmayan bir çığlık benim için. İnsan aldığı nefesten etkileniyorsa nefes alıp verdiği yerlerin değişmesinden etkilenmemesi söz konusu olamaz. Bu kadar gürültünün ve değişiminin içinde kendi içimdeki gürültüyü takip etmeyi unutmuştum. Bir şey değişmedi aslında, sadece bakışımı kendime çevirdim.