Ne Yerdeyim, Ne Gökte: Ne buraya aitim ne de oraya. Size de böyle bir anlamı çağrıştırmıyor mu?
Anna Laudel’in yeni yerinin ilk sergisi olan Ramazan Can’ın “Ne Yerdeyim, Ne Gökte” sergisini geçtiğimiz ay Nilay Yerebasmaz’ın anlatımı eşliğinde gezdim. Açıkcası bu sene gördüğüm sergiler arasında beni en çok etkileyenlerden oldu. Sanatçının seçtiği malzemeler, serginin alt metni, betonla, halıyla kurduğu ilişliler, heykelleri, Türk motiflerini neonla birleştirmesi, Rönesans portrelerine uyguladığı fırça darbeleriyle yarattığı yeni portreler, güzelliği sorgulattığı tabloları, otoportreleri… Pek çok malzemeyi anılarıyla harmanlayarak, çocukluğunu, göçebeliği, aitliği/aitsizliği, ritüelleri karışık tekniklerle sunarak bizleri anılarına dahil ediyor.
Anna Laudel‘in Kazancı Yokuşu’nda yer alan yeni mekanının ilk sergisi olma özelliğini de taşıyan “Ne Yerdeyim, Ne Gökte” sergi 18 Kasım 2021 tarihine kadar devam ediyor. Vakit varken görmenizi öneririm.
Beni heyecanlandıran “Ne Yerdeyim, Ne Gökte” sergisi hakkında merak ettiklerimi sanatçısı Ramazan Can’a ilettim.
Keyifli okumalar…
Anna Laudel İstanbul’da yer alan “Ne Yerdeyim, Ne Gökte” serginizde sanatseverleri neler bekliyor?
Bir süredir göçebe, Yörük kültürü ve onun araladığı kapıdan kamlık inancı yani Şamanizm referanslı işler üretiyorum. Bu sergi 2018’de yine Anna Laudel’de açtığım “Evvel Zaman İşi” başlıklı sergimin devamı niteliğinde ve üç bölümden oluşuyor. İki katlı galeri mekanının giriş katında Yörüklerle ilgili işler; üste katta ise Şamanizm ve Kimlik – Temellük sanatıyla ilgili işler yer alıyor.
“Ne Yerdeyim, Ne Gökte” 7 yıllık bir sürecin üretimlerini gösteriyor. Üretim sürecini başlatan duygular neydi? Bu süreç içinde çalışmalarınızda zorlandınız mı? Sizin için serginin üretim süreci ne ifade ediyor?
Aslında bu yeni bir süreç değil. Kendi kimliğimle ilgili işler üretmeye niyetlendiğim zamandan beri göçebe Yörük kültürüyle alakalı işler üretiyorum. Tabii bazı kırılma noktaları yaşadım. Bunlardan en önemlisi de 2016 yılında karşılaştığım bir gazete haberiydi. Habere göre Sarıkeçili yörüklerine ait bir göç şenliğinde yapılan konuşmalarda göçebe kültürünün yok edilmek istendiği, obaların konakladığı yerlerdeki suların kullanıma izin verilmediği ve göçebelerin her gittiği yerde bu tür sorunlarla karşılaştığı yönünde sözler söyleniyor bundan rahatsız olan yerel yönetime bağlı işçiler şenliğin düzenlendiği alana gelip alanı yakıp yıkıyor. Bu gazete haberi dokuma temelli işler üretmeme neden oldu diyebilirim. Hatta yaptığım ilk iş aile yadigarı kıl çadırı, betona gömmekti. İlk başlarda öfkeyle üretiyordum diyebilirim. Her işi sisteme karşı bir küfür gibi düşünüyordum ama şimdi öyle değil büyüdüm sanırım.
Serginiz geçmişten kopamadığınızı, bugünün yaşam alanlarının ve şartlarının sizde o günlere daha çok özlem uyandırdığını da hissettiriyor. Bunun bugün, size çeşitli malzemeler sunduğunu ve daha çok kültürel donanımla, farkındalıkla geniş üretim imkanı yarattığını düşünüyorum. Peki bu yaşadığınız duyguların yansımasıyla mı çeşitli malzemeler kullanmaya seçtiniz? Yoksa malzemeleri tanıyordunuz ve sizi en iyi “o” malzemeler mi anlatabilirdi?
Bu soruyla çok fazla karşılaşıyorum. Ben göçebe Yörük kültürü ve onu besleyen büyük bir kaynak olan Şamanizm referanslı işler üretiyorum. Çalışma yöntemim kısaca: yapacağım projelere başlamadan önce okumalar yapıyorum ve okumalar esnasında küçük notlar ve basit taslaklar ortaya çıkıyor. Bunlar işlerin başlangıç aşaması oluyor. Daha sonra bu küçük not ve taslaklar üzerinden büyük işlere başlıyorum. Bu esnada ifade etmek istediğim anlatıma en uygun malzeme ve dili seçmeye özen gösteriyorum. Yani aslında malzeme bir amaçtan çok araç haline geliyor.
Serginin ilk bölümünde geleneksel olan halı ile Anadolu kültürüne ait motifleri beton ve neonla ilişkilendirdiğinizi görüyoruz. Bu bölüm insanlığa ve yıkımlarına ait izler taşıyor. Sıradan bir betonu, bize düşünce ve sorgulama aracı olarak veriyor olmanız çok manidar. Beton ve halıyı ilişkilendirmenizde göçebe hayata da bir özlem var mı? Yoksa bu sadece bir yüzleşme mi?
Yüzleşme demek daha mantıklı ancak bu sadece benim yüzleşmem değil.
Serginize dair aklımda en çok yer eden ve bence en dikkat çekici işlerinizin olduğu 2. bölümde kişisel bir yüzleşme, ait olmaya çalışmak ve çocukluk benliğinizin dışavurumunu izliyoruz. Aynı zamanda ritüeller ve güzellik algımızı sarsan rönesans portreleri. Estetik kaygıdan uzak tamamen zıtlıkların ifadesi. Çocukluğunuzda sizin için güzellik ne ifade ediyordu, bugün o algınız sanat eseri üretmekle ilişkili mi?
Çocukluğumda güzel olana nasıl bakıyordum hatırlamıyorum ki. Bu günkü güzellik arayışımla illa ki bir bağlantısı vardır ancak ben öyle bir bağlantı kuramıyorum. Altında ne yatarsa yatsın sanırım bu yaptığım daha yetişkince bir şey. Her güzelliğin ardında bir çirkinlik aramak, çocukken bunu aramazsınız sanırım.
Ziyaretçilerin en çok ilgi gösterdiği iş(leriniz) hangisi? Bu sizi şaşırttı mı?
En çok ‘bu’ işe ilgi gösterdiler diyemem, ki zaten sergi esnasında çoğunlukla Ankara’dayım. İstanbul’a geldiğimde de en çok hangi işe ilgi gösterdiler gibi bir soru da aklıma hiç gelmedi. Sergiyi bir bütün olarak düşünüyorum ki genelde herkes aynı mantıkta düşünüyordur. Dolayısıyla birkaç iş üzerinden bahsedebileceğim bir ilgi meselesi yok ancak sergide birçok farklı disiplinden iş olması insanları şaşırtıyor. Belki böyle bir ilgiden söz edebiliriz.
Bu serginiz yine Anna Laudel’de yer alan bir önceki “Evvel Zaman İşi” serginizin devamı niteliğinde. Bir sonraki serginiz de “Ne Yerdeyim, Ne Gökte” adlı serginizin devamı mı olacak yoksa bambaşka bir konu mu ele alacaksınız?
Bunun için net bir şey söyleyemem ama sergide yer alan “Ölüler de Görür” künyeli seri, bir sonraki sergimde kullanmayı düşündüğüm büyük sunumun ön gösterimi gibi düşünülebilir.
Ramazan Can “Ne Yerdeyim, Ne Gökte” sergisi ve Anna Laudel’in yeni mekanı hakkındaki habere ulaşmak için tıklayınız.