(Lütfen dikkat! Birazdan okuyacağınız bölümde ismi geçen bazı karakterler ve bahsi geçen olaylar, Kadınların Öldüğü Yer romanı ile doğrudan bağlantılıdır.)
Sevgili Eeva,
Şimdi nerede olduğuma, son birkaç gündür neler yaşadığıma ve nelere şahit olduğuma inanamazsın. Metreler boyu karla kaplanmış bembeyaz dağların, kilometreler boyu yola uzanmış masmavi nehirlerin, yüksek vadilerin yanından, arasından veya üzerinden son sürat geçip giden neo-fütüristik bir trende seyahat ediyorum. Kulaklarımdan kalbime iner inmez içimi sızlatıveren malum şarkıları dinlerken bir yandan bu satırları yazıyorum, diğer yandan yanımdaki pencereye doğru gözlerimi kaydırmadan edemiyorum. Seni düşünerek dışarı bakıyorum; oysaki sana düşerek sende kayboluyorum. Ta uzaklara dalıyorum ve atomlarımı parçalayıp başka şekillere dönüştüğüm hayaller kuruyorum. Ki o hayallerde hep, sana yazdığım kâğıtlardan milyonlarca kayık yapan bir çocuk oluyorum; yaptığım kayıkları, çoklu evrenlerin denizlerine dökülen nehirlere bırakırken ise, aniden büyüyerek yaşlı bir kadına dönüşüyorum. Sonra birden olanlar oluyor ve atomlarım parçalanıyor, milyonlarca ışık demetine bölünüyorum; kozmik bir muazzamlığa doğru süzülüyorum. Tıpkı yokluğuna bıraktığın kül zerrelerin gibi, öyle zarifim ki, kıyılardan iteklediğim kayıklara kendimi yükleyecek kadar hafifliyorum. Kaba saba dalgalara rağmen alabora olmadan ilerleyen her bir kayık bir atom parçamı taşıdığından, birden çok evrene yayılarak birden çok rotaya yelken açıp ilerleyebiliyorum; birden çok rüzgârı arkama alarak birden çok dolunaya dümen kırıp bir tek sana doğru süzülebiliyorum. Milyonlarca çokluk içinde bir tek sana… Tüm seferlerim neticesinde ise, bırak kavuşamayan dağları ve kıtaları, tüm alternatif boyutları hayal gücüm sayesinde birbiri ile buluşturup sana kavuşuyorum; çünkü eninde sonunda bir gün imkânsızı başarabileceğime inanıyorum. Başkalarının ölümden sonraki hayat diye inandığına ben, paralel evrendeki diğer hayat adını vermemle bir mucizeye inansam bile… İnanıyor musun sen de, hayal ediyor musun benimle? Günbegün kanayan ama sağ kalmayı başaran kalbimin hiçlikten var etme gücü sayesinde hayal ettiğim, sonunu kendim yazıp iyi bildiğim o filmin son sahnesinde, göl manzaralı bungalov evin verandasında yan yana duran iki sandalyede, en nihayetinde ellerim ellerinde; en nihayetinde, edebiyatımın baş harfi olan sende… Evet, böyle diyorum herkese, “Edebiyatımın baş harfi sadece Eeva,” diye.
Aslına bakarsan yukarıdaki duygusallığa çapraz bir çizik atıp çıkaracaktım, fakat yavaşça saplanan ve saplandıkça derinlere inen bir bıçak gibi acıtıp lafını esirgemeyecek bir mektuba böylesi bir giriş yapmayı uygun buldum; ilkten yumuşacık ve sıcacık… Ben ki iflah olmaz bir âşık, ben ki analizci bir senarist, sence A noktasından B noktasına nasıl geldim? Arada geçen zaman çizgisindeki sahnelerde neler oldu? Şu an kimlerle birlikteyim? Neden bir trendeyim ve nereden nereye gidiyorum? Sabırsız olma, her şeyi bir filme dönüştürerek, hatta sahnelerinden neyin çıkacağı belli olmayan fantastik bir filmi zihninde canlandırarak anlatacağım sana. Eh, mesleğim bu sonuçta. Her şeyi en başından anlatmak için hafızamı geri sararak üç gün öncesine dönmem gerekiyor yalnızca. Son mektubumu Saara’nın evindeki misafir odasındayken noktaladığımı hatırla; hâliyle orada kaldığım yerden başlayacağım anlatmaya. Ayrıca söylenmiş olan bazı vahşi cümleleri olduğu gibi yazacak olmam –okuyacak olan seni üzecek olmam– dolayısıyla da, şimdiden özrümü diliyor olduğumu unutma. Velhasıl gerçek olan bu ve mecburum gerçek olan ne varsa yazmaya.
Salondaki masada konuşurlarken onları bıraktığım güne dönüyorum şimdi; baş başa kalıp kendi dertlerine daldıkları o saatlere… Holün en sonundaki –minimalist mobilyalarla döşenmiş, duvarları funda renkli ve minicik banyolu– misafir odasından hiç dışarı çıkmayan ben, hayli melankolik hislere ve dejavulara kapılmamın ardından, ne hikmetse bir anda tuhaf bir sükûnetle gevşeyiverdim. Ne zaman yazmaya otursam uyku düzenim alt üst oluyordu; yine sabahtan başlayıp akşamı etmiştim. Hâl böyle olunca, seyahatnameye noktayı koyar koymaz pencere önündeki portatif yatağa geçtim ve uykuya dalıverdim. Herhalde Ella’ya olan borcumu ödediğimden olsa gerek, öyle rahattım ki tüy kadar hafiftim, ne üstümü başımı çıkarmıştım ne de yerimi yadırgamıştım. Ne var ki yorgunluğum, içeride neler döndüğüne dair merakımı yenmiş, göz kapaklarımın kapanmasına neden olmuştu; Saara ile Ella’nın hararetle konuştuğunu ta yattığım yerden duymuş ve mevzuyu merak etmiş olsam da. Saatler sonra şafak sökerken uyanınca Ella’dan öğrenecektim nasılsa. Ki uyanıp gözlerimi açar açmaz onu gördüm yanı başımda. Yüreğim burkulmuştu o anki durumuna, “Ah Ella, iyi misin?” diyecek oldum ama sustum. Karanlığına rağmen hayrandım ona; hayrandım karanlığını dengede tutmasına. O esnada paralelinden ve profilinden bakıyordum ona; zira baktıkça kayboluyordum girdabında. Evin simsiyah kedisi kucağında mırlayarak uyurken, yatağımın dibindeki berjere sırtını vermiş oturuyor, karşısındaki aynaya düşünerek baktığından dalmış görünüyordu. Köşede katlı duran portatif yatağa dokunulmadığından anlaşılıyordu ki hiç uyumamıştı; üstüne üstlük benim uyandığımı ve kendisini izlediğimi fark etmeyecek kadar düşüncelerde kaybolmuştu. Yattığım yerden doğrulurken daha fazla suskun kalamadım; merak ettiklerimi peş peşe sıraladım. “Nasıl geçti? Her şeyi anlattın mı? Ne durumdalar?”
Sesimi duyar duymaz irkilir gibi kendine geliverdi, yüzüme bakmaksızın bakışlarını kaçırarak söze girdi; hayli sakindi ve dizlerine yayılan kedinin gür tüylerinde ellerini nazikçe gezdirirken sarf edecekti ağzından çıkan her bir cümleyi. “Duyduğum an çözdüm bilmeceyi,” diye başladı sanki kendi kendine konuşuyor gibi. “Saara’dan Milena’ya ve diğerlerine kadar tüm ailemin, diğer evrendeki hayatlarını kimin kudretiyle rüya hâlinde görebildiğini… Oysaki kudretin sahibi bana bundan bahsetmedi. Her şeyi tetikleyen birincil evren burası ise, diğer evrenlerin hepsi yansımaları olmalı; yani, buradaki Saara ile Milena diğer evrene kanal olanlar. Seni gidi pis kuş seni, ne dolaplar çevirmişsin böyle? Aman be, her neyse…” dedikten sonra sesli düşünmeyi bırakıp benim sorularıma odaklandı. “Beklediğimden iyiydi. Yirmi dört saatten fazladır aynı masadaydık; birbirimize öyle doyamadık ve o masadan öyle zor kalktık ki, anca bir saat önce uyumak üzere odalarına geçebildiler. İkisine bir şeyler anlattım ama her şeyi değil tabii; üzmeyi ve ürkütmeyi istemediğimden, hikâyemi fazlaca yumuşatmak zorundaydım. Katilleri infaz etme olayını resmen geçiştirirken –sadece tek cümleyle– hepsini lanetlediğimi söyledim; android olayından ise hiç söz etmedim –ki gerek yok,” dedi ve bakışlarını zemine indirerek devam etti: “İkisini hem birlikteyken hem de iyiyken görebilme niyetiyle diğer evrenin gelecek zamanından buralara kadar geldiğimi anlattım onlara. Gerçi şimdiki yaşım gereği 2040’lı yıllardan geçmişe döndüğümü anlamışlar ki zaten kim olduğumu fark ettikleri ilk anda bunu akıl edecek kadar akılları başlarında. Akıllarını başlarından alanlar da vardı pekâlâ. Mesela, Fenrir’i –ki o benim hem kurdum hem de kardeşim olur– geride bırakma kararım, kendime taktığım –hayli metaforik olan ve ikisi hariç kimsenin kafasının basmayacağı– M ile başlayan ikinci adım, 2029 yılı sonrasında şehirde yaşadıklarım, diğer evrenden bu evrene geçebilme olayım, burada aşka –yani Sónata’ya– rastlayışım… Her bir olay ikisinin de dudağını uçuklattı âdeta. Düşünebiliyor musun? Sónata adında bir kadına âşık olduğumu duyduklarında tebessüm ederek ‘Tıpkı şarkı gibi’ dediler ve ona, ‘Ay ışığı Sonatı’ lakabını verdiler. Tüm bu doğallıkları karşısında ben onlara nazaran daha şaşkınım; çünkü son iki yıldır beni bulacaklarına o kadar inanmışlar ki, her türlü akılalmaz duruma kendilerini alıştırmışlar. Fikrimi sorarsan, mevzubahis şahsiyet ben olunca beterin beterine hazırlanmışlar, diye cevap verirdim sana. Takıldığım çok başka bir nokta var ve şu an benim için her şeyden önemli olan bu, Veera!” dediği an, donuk bakışlarını yana, yani bana kaydırmasıyla içimi ürpertti; hâlbuki gözlerime baka baka samimiyetle içini dökmekti niyeti. Az sonra yazacaklarımı ondan duyunca endişelerine hak vermeden edemedim tabii.
“Saara’nın yaşadıkları hakkında anlattığı o hikâyeyi sen de dinledin ya hani,” diye söze girdi. “Satır aralarında kalan önemli detayları atlayarak anlattığını fark edecek kadar iyi tanıyorum annemi. Yaşadıklarından ve duygularından bahsederken bıraktığı boşluklar beni rahatsız etmekle kalmadı; onun adına çok korkuttu. Öylesi dehşet bir rüyayı –doğru tabirle bizzat yaşadığı trajediler silsilesini– görmüş olmasına rağmen nedense, Milena’yı kaybedişine dair tek bir his kırıntısından bile bahsetmedi; sanki çarçabuk kabullenmiş veyahut görmezden gelmiş gibiydi. Konuyu hep başka yerlere çekti. Benim tanıdığım Saara, Milena’yı kaybedişine, onu kaybetme şekline dair derinlemesine travmatik ve hassastır. Demem o ki Milena onun çatlayan damarıdır; bu çatlağına ufacık değsen aniden kırılan devasa bir cam gibi bin parçaya ayrılır,“ dedi ve sesini alçaltsa da haykırır gibi devam etti: “Senelerce bu vaziyeti sebebiyle korkularına ve bana karşı aşırı korumacı oluşuna şahit oldum; iyi bilirim!”
Kaşlarımı çatıp düşünürken, Ella’nın yüzüne eğilircesine sokulacak kadar iyi anladım o anki endişesini. Neticede ben kaçırsam da, onun gözünden hiçbir şey kaçmazdı; olsa olsa Ella çözerdi kimsenin çözemeyeceği denklemleri. Sayesinde zihnim uyanınca, hafızamda geri gidip Saara’nın ifadelerini analiz ettim ve iç sesimden geçeni sesimi alçaltarak soruverdim. “Nasıl yani, travma sonrası stres bozukluğundan muzdarip olduğunu ve bunu bastırdığını mı kastediyorsun?”
“İki yıl boyunca gerçeklerle yüzleşmeyecek kadar kaçtıysa, şu anki psikolojisinin hiç de sağlam olmadığını kastediyorum. Henüz patlamamış bir bomba! Ve bu konuda ona yardım edecek tek kişi Milena!” der demez sustu, ta ki bir dakika sonra gözlerini benimkilere sabitleyip, o serin ama kendinden emin ifadesini takınarak konuşmaya başlayana kadar. O ifadesi öyle tanrısaldı ki, kalbime tokmaklar vururcasına içimi titreten ayinsel davulların sesi eşliğinde dinledim söylediklerini.
“O şekil bir travmanın üstesinden gelebilen –ta eski çağlardan kalma– tehlikeli ama etkili bir ritüel biliyorum. Çok acıtacağını, hatta ölmekten beter edip zihnini parçalayacağını hesaba katıyor olsam bile, aşması için risk almaktan başka çözüm yolu göremiyorum. Ama her şeyden önce Saara’ya hiçbir şey belli etmeden Milena ile konuşmamız ve tüm aileyi bir gece yarısında herkesin öldüğü yerde toplamamız gerekiyor,” diyerek cümlelerine devam eden Ella’nın gizli kapaklı bir planı vardı; hemen oracıkta bir saat boyunca açıklayarak benimle paylaştı malum ritüeli nasıl yapacağını. Şimdilik bunu yazmıyorum; anlatmayı sonraya bırakıyorum, ancak şu kadarını söyleyebilirim, her şeyden bihaber olan zavallı Saara’yı dehşet bir korku filminin ortasına atacaktı, hem de hepimizi birden o filmin sahnelerine dâhil ederek. Hiç kuşku yoktu; düpedüz eziyetti bu! Gel gör ki, her hâlükârda beni ikna etmeyi başaran Ella, gururumu okşayarak yanına çekiyordu ruhumu. Karşısındaki aynadan direkt bana bakarak, “Ritüelimi uygularken yanımda olmalısın Veera, enerjide dengeyi sağlayabilmem için çok ihtiyacım olacak sana,” diye eklemesi bana cesaret vermiş, ürpertime son noktayı koymuştu.
Milena ile bir an önce konuşmadan, ne dinlenmek ne de ertesi günü beklemek niyetindeydik; ona yönelteceğimiz çapraz sorularla bilmeceyi çözmeliydik. Neyse ki şans bizden yanaydı; iyi niyetimiz, Milena’yı hem ayağımıza getirmiş hem de yalnız yakalamamıza imkân vermişti. Uslu iki kardeş gibi odamızda oturuyorduk ki, holden geçip giden ayak seslerini işitince yaramazlar gibi ayaklandık. İkimiz birlikte kapıdan çıktığımız saniye holün diğer ucunda görüverdik onu. Şaşkın ama çekici bir ifade vardı yüzünde; iç gıdıklayan beyaz bir pijama ise üzerinde. Anladığımız kadarıyla, gelecekteki geçmişi musallatı olup onu dürterken uyuyamadığından, ortalığı toparlamakla kafa dağıtıyordu.
Uykusu kaçmış iki çocuktan farksız vaziyetimizle dikilen bizi orada görünce, yorgun ama salt bir tebessümle gözlerini devirdi Milena. “Siz de mi?” diye sordu imayla. Ella fısıltıyla, “Konuşmalıyız,” diye karşılık verince de, ikimizin ciddi yüz ifadesini süzdü; ters giden bir şey olduğunu okumuş olmalıydı ki salonu işaret etti; oraya geçip konuşmamızın daha uygun olacağını belirtmişti. Nasıl da zeki bir kadındı; şıp diye fark etmişti aramızda esen gizemli rüzgârı. Üçümüz birlikte salona geçtiğimizde tam arkamızdan, holü ve diğer odaları salondan ayıran otomatik kapıyı usulca kapattı; sesimizin Saara’ya gitmesini o da istemiyordu belli ki. Milena’yı tam karşımızdaki berjere alarak Ella ile yan yana oturduk ikili kanepeye. İkisi konuşurken bir süreliğine, ben orada hiç yokmuşum gibi silikleşecektim; sadece izleyip dinlemekle yetinecektim yine.
Ella hemen girdi söze. “O kasabaya gittiğinizde, Saara hiç ağaçlı yoldan geçti mi?” diye sordu nefessizce. Ellerini iki yana açıp ani bir tepki verecek kadar gerildi Milena. “Hayır, tabii ki geçmedi, değil o yoldan geçmek, başını o tarafa çevirmek dahi istemedi,” diye cevap verdi. Onu sorguya çeker gibiydi Ella; gergin oluşunu umursamadan sorularına devam etti: “Peki ya uykuları nasıl? Kâbus görüyor mu? Boşluklara daldığı, acayip davrandığı oluyor mu?” İşte bu sorularla duraksadı Milena; yutkunduktan sonra cevap verebildi. “Evlenmeden önceki zamanlarda beni çok korkutuyordu; geceleri aniden bağıra çağıra uyanıyor, titrerken ve gözyaşları dökerken bana sarılıyordu, hem de sımsıkı… Nedenini anlayabiliyordum, ama tek kelime edemiyordum; kollarında öylece kalıyordum. Genel olarak bu kâbuslar aylar süresince kesilmek bilmedi, uyanınca beni yoklamaları, hâlâ yanında olup olmadığımı ve nefes alıp almadığımı anlamaya çalışmaları… Bu yüzden psikoterapistlerde ve uyku haplarında bulduk çareyi. Ama son zamanlarda iyi, her zamanki gibi,” dedi ve onay bekleyen masumane bakışlarını Ella’nın gözlerinin derinliğine dikerek, “Yoksa öyle değil mi? Neler oluyor? Nedir kaçırdığım?” diye sordu.
“Kaçırdığın, öldüğün yer ve ondan sonrası,” diye cevap verdi Ella hiç çekinmeden; bu cümlesi ardından anlatıverdi, diğer evrende Milena’yı tamamen kaybeden Saara’nın neler yaşadığını; korkularını, o ağır melankoli hastalığını… “O evrenin geleceğinde seni çoktan kaybetti bir kere; şimdi ise aynı korku buradaki Saara’da nüksetti işte, olan bu. Orada seni kaybettiği, hatta elinden hiçbir şey gelmediği için kendini suçlu hissediyor ve her seferinde o noktaya geri dönüyor. Bu yüzden yardımına ihtiyacı var, çünkü bundan kurtulması için bir çare var,” dedi ve planından bahsetti.
Malum planı duyar duymaz, “Elisa! Çıldırmış olmalısın!” diyerek ayağa fırladı Milena; haykırıp azarlasa da olabildiğine kısık ve nazik bir oktavda konuşuyordu. “Bu dediğin çözmek değil, vahşeti tekrar yaşatmak! Trajediyi yeniden canlandırıp resmen ona işkence etmek! Kadının üstüne karabasanları salmaktan bahsediyorsun! Hayır! Ben dayansam da, o dayanamaz buna!”
Ben hariç herkesin Elisa dediği Ella da kalktı ayağa. “Bu dediğim tek çözüm Milena!” diyerek dimdik dikildi onun karşısına; aynı tonda karşılık veriyordu. “Onu korkularıyla yüzleştirmekten başka çaremiz yok! Eminim hep, banyo köşelerinde gizli gizli ağlıyordur. Diğer evrende ben onunlayken sen yoktun ki, hiçbir şey bilmiyorsun! Onun neler çektiğinden haberin yok! Sen ölüp gittikten sonra orada onunla yaşayan bendim! O vakitler en çok korktuğum şey neydi sana söyleyeyim; bir gün onu banyoda veya yazı odasında canına kıymış hâlde bulmaktı! Saara senin ölümünden kendini sorumlu tutuyor ve kendinden utanırcasına nefret ediyor Milena! Burada bile, halen daha! Ya orası ile burasını birbirine karıştırırsa, ya başa çıkamazsa? Kaldı ki benim neler yaşadığımı gözlerinle gören, beni kurtarmak isteyen ilk kişisin, travmanın ve kendinden utanmanın ne demek olduğunu iyi bilen beni, bari sen yargılama! Oradayken neden kendime Saara’nın sana seslendiği o ismi verdim sanıyorsun? Karabasanların başında kim olduğu düşünülürse, benim için kolay mı sanıyorsun, ha?”
Hah! İsim mevzusunu duyduğum an, betim benzim atacak kadar beynimden vurulmuşa döndüm; hâliyle gözlerimi belerterek Ella’yı süzdüm. Netice itibarıyla onun eksik parçasını o isimle çözmüştüm. Metamorfozunu üç eşit parçalı üç yansımaya ayırdığını; ilkinin Elisa, üçüncüsünün Ella olduğunu zaten biliyordum, ama travmalı hayatına verdiği ve terör estirdiği ikinci isminin Mila olduğunu yeni öğrenince dibim düşecek kadar içine düşmüştüm. Bir hikâyeci olmam dolayısıyla hak verirsin ki, anti-protagonist profilinin bütünlüğü üzerine düşünmüştüm ve daha çok düşünecektim.
Halen münakaşa ediyorlardı o esnada; arada birkaçını kaçırmış olsam da, yetiştim diyaloglarına. Ella’ya hitaben, “Lütfen sus!” dedi Milena, ağlamaklı gözlerini bana kaydırarak, “Veera’nın yanında bunları konuşma! Başka dünyaların ne denli kötü olduğunu, bir Nettalı’nın daha öğrenip alt üst olmasına hiç gerek yok.”
Bakışlarımı varlığımı hiçe saymayan Milena’nınkilere diktim. “Ah Milena, yeterince biliyorum, hatta senin bildiklerinden fazlasını,” demek istedim ama vazgeçtim; onun yerine Ella’ya destek çıkmak geldi içimden. Oturduğum yerden ikisinin arasına, lafa girdim hemen. “Nedense hislerim bana, Saara’nın böyle bir ritüelden savaşarak çıkabileceğini söylüyor. Yani, Ella ne diyorsa yanındayım, ona güveniyorum.”
Ella teşekkür edercesine, Milena ise tereddüt edercesine bakıyordu yüzüme. Saara uyanıp yanımızda bitmeden bir karar verilmesi gerektiğini üçümüz de biliyorduk. Meğer uyku ilacı almış, bize süre kazandırmıştı; tam altı saat sonra uyandığında yanımıza gelecekti, hiçbir renk vermeyecek olan bizler kahve içip havadan sudan konuşuyorken hem de. O süre zarfında ise güç bela ikna olarak olumlu kararını verdi Milena. Nihayetinde ise ona direktiflerini verdi Ella. “Herkes ile orada buluşmamız gerekiyor, onları arayıp haber vermelisin, ama Selma’ya söyle yalnız gelsin, kızını sakın ola yanında getirmesin,” dedi. Milena kaşlarını çatıp nedenini sorunca Ella ona, “Her şeyi düzelteyim derken, başka şeyleri bozmak istemiyorum çünkü. Ne olur sorgulama,” diye cevap verdi, muhtemelen bize anlatmadığı dünya kadar üçgenin gizemi yüzündendi; belki bu boyutta Selma’nın kızıyla karşılaşmaması gerekiyordu, ne düşündüğünü kim bilir?
Derken Milena ona denileni yaptı; telefonuna sarılıp üçünü arayarak onları bir telekonferansa aldı, bir saatlik görüşmede hem Ella’nın geldiğini anlattı hem de planı. Ailenin geri kalanıyla yüz yüze gelmeden önce onlarla konuşmaya niyeti yahut cesareti olmadığından, Ella bu telefon sohbetine katılmadı; arama yapıldığı esnada duş alması gerektiğini bahane ederek banyoya kaçtı. Yine de evin çocuğu gibi rahattı; ezelden beri oraya aitmişçesine olağan davranmaya çalışıyordu; duştan çıktıktan sonra Milena’yı, “Karnım çok aç, ama sen dur ve biraz dinlen,” diyerek ısrarla yerine oturtunca direkt mutfağa girecek ve hepimize ballı bir kahvaltı hazırlayacak olması bunu gösteriyordu. İyi ki de benim gibi kahvaltı etmeden kafası çalışmayan bir oburdu; tam bir venüs kadını gibi cinsel arzularıyla doğru orantılı.
İşte tam da bu öğlen kahvaltısını yaparken kahvelerimizi yudumladığımız o sırada çıkageldi Saara. Hınzır bir gülümseme vardı yüzünde; lacivert bir pijama ise üzerinde. Salona dalar dalmaz hepimize birden bakarak, “Of! Mis gibi kahve ve kızarmış ekmek kokusu uyandırdı beni! Kim bunun sorumlusu?” diye sordu. Milena cevap olarak Ella’yı işaret edince, “Hemen yumulmak istiyorum o hâlde,” der demez yanımıza geçti. Değinmeye gerek olmayan mevzular üzerine kısaca sohbet ettikten sonra Milena asıl mevzuya girdi; Saara’ya dönüp esprili bir anne rolünde, “Kızımız sana bir şey diyecekmiş hayatım,” dediğinde Ella önce gururla tebessüm etti, sonra devam etti: “Madem beni bulduğunuzda ailecek kasabada buluşmak gibi bir söz vermişsiniz… Sen uyurken, yarın akşam oraya gidelim diye plan yaptık ve diğerlerine haber verdik. Nasıl ama?” diye sordu ona. Saara öyle sevindi ki, ağzındaki lokmayı yutamadan, “Ay bu harika bir plan!” diye karşılık verdi.
Bu sahnede küçük bir detay olan ben, ellerimi zar zor toparladım az daha kahvemi dökecekken; nitekim gerim gerim gerilmiştim. Dostumu sahtekârca oyuna getirecektik resmen! Planın kısmen yalan olduğu düşünülürse, tamamen dürüst olamadığımı dışa vuran titrek vaziyetlerimin, ertesi gece üstümüze çökecek olan lacivert kasveti atlatana kadar devam ettiğini itiraf etmeliyim.
O öğleden sonraki tüm zamanımızı, Netta’nın evrim tarihi ve kuirliğin evrensel-gelecekçi düzeni üzerine sohbetler yaparak geçirdik. Ella merak ettiklerini sordu; Saara ile ben cevap verdik. Bilhassa kitaplarda yazan farazi tarihlere takılmıştı Ella’nın aklı. “Uyanış evrimi 1975 yılında gerçekleşmiş olmasına rağmen, neden tüm kitaplarınızda yarım asırdan fazlardır olmuş gibi abartılıyor?” diye sorduğunda ise şöyle cevapladık: “Manifestocular eski dünyadan öyle uzaklaşmışlar ki, eskinin ilkelliğini uzak geçmişte bırakmak istediklerinden, yakın tarih ifadeleri kullanmak istememişler ve bunu bir bayrama çevirmemek için evrimin gerçekleştiği yıla anlam yüklememişler. Maksat, geçmişe değil, geleceğe bakmak, olay bu,” dedik. Nedense o sırada laf dönüp dolaşıp Sónata’ya geliverdi. Ella’dan gözlerini bir türlü alamayan Saara hiç çekinmeden düşüncelerini belirtti: “Senin kuir olduğun ve bir gün karşıma geçip hemcinsine âşık olduğunu söyleyeceğin hiç aklıma gelmezdi,” dedi anılara gidercesine gülümseyerek. Buna karşılık Ella, “Aslında hep öyleydim, sadece doğru yer ve zamanda doğru kişiye rastlamamıştım, hepsi bu. Her insan için aynı şey geçerli değil mi zaten?” diye cevap verdi sevdiği kadını özlemişçesine iç çekerek.
Ertesi gün öğle ortasında şehir merkezindeki –uzay istasyonunu andıran– son teknoloji hızlı tren garında bulduk kendimizi. Bu şehirde trenler dâhil her şey huzur veren bir uçuk mavi; gelip geçen nezaketli insanların üstü başı kâğıt gibi… Her neyse. Ella ile birlikte Feresa Salina’ya gelirken geçtiğimiz kasabaya gidecektik gerisin geri. Bu sefer Saara ile Milena yanımızda tabii. Trenle değil de gar otoparkında bıraktığımız arabamla devam etmek, en iyi ihtimalle yirmi dört saatlik yol ve zaman kaybı demekti, ancak hem nostaljik hem de keyifli bir yolculuk biçimi olan tren, varmamız gereken yere sadece dört saatte götürecekti bizi. Hep bir trende yazmak istemiştim; giderken olmasa da dönüş yolunda bu hayalim gerçekleşmiş oldu neyse ki. Saara, Ella ve ben nedense aynı tarz giyinmiştik; vintage montlar, kotlar, botlar içinde; kasaba atmosferine yakışırcasına. Tek farklı olan, hayranlık uyandırırcasına bohem görünen Milena’ydı; siyah deri bir palto ve vişne desenli siyah bir elbise içinde; upuzun kızıl saçlarıyla uyumlu yün bir şal ise boynunda…
Akşam vakti oraya varınca kasaba garında indik trenden, saçlarımız taşra rüzgârıyla uçuşurken. Vardığımız anda, Saara ile Milena’nın birbirlerine bakarak içlendiğine titreyen gözlerimizle şahit olunca, hâllerine dayanamayan Ella ile birlikte ikisine destek olurcasına tuttuk ellerinden. Ne de olsa diğer evrende çok fazla kötü şeyin yaşandığı, ama bizim evrende iyiliklerden ve özgür geyiklerden başka hiçbir şeyin olmadığı malum kasabaya ayak basmıştık. Karnımız öyle acıkmıştı ki zaten plan dâhilinde hep birlikte akşam yemeği yiyeceğimizden, bir yere oturup güya diğerlerinin gelmesini bekleyecektik. Gardan çıkıp ilerlerken yolumuzu şirin bir restoran kesince oraya dalmadan edemedik. Saçaklı ağaçların arasındaki bu mekân, görür görmez hepimizin kalbini çalmıştı; eskilerin gümüş renkli uzun otobüslerinden biri bardan bozma bir restorana çevrilmiş, özenle inşa edilmiş… İçeri girdiğimizde ise gözlerimizi ve ağızlarımızı ardına kadar açarcasına sevinmiştik; çünkü tam da sevdiğimiz gibi nostaljik; eski blues şarkıların çaldığı, eski plaklarla süslenmiş bir atmosfere girmiştik.
Oturur oturmaz bira ve kızarmış patates sipariş ederek, fonda çalan blues şarkılarla sohbete daldık. Zaman geçtikçe iyice meraklanan yahut şüphelenen Saara, “İyi ama diğerleri ne zaman gelecek?” diye sorunca, Milena ondan kaçırdığı bakışlarıyla geçiştirerek, “Yoldalarmış, mesaj attılar,” diye cevap verdi. Diğerlerinin de dâhil olduğu Ella’nın planı tıkırında işliyordu; olacak olanlardan bir tek Saara’nın haberi yoktu. Nahoş bir durumdu; şu an anlatırken bile orada yaşadığım an kadar tüylerimi diken diken ediyor bu. Bir saat sonra kasaba üzerine tamamen karanlık çöktüğünde, Milena diğer üçünü almaya gittiğini söyleyip yerinden kalkacak ve dönmeyecekti, böylelikle ritüelin ilk aşaması başlamış olacaktı. O an geldi ve restorandan çıkıp gitti Milena, ama kapıdan çıkmadan önceki son bakışı hâlâ aklımda; arkası ona dönük olan –benim karşımda oturan– Saara’ya öyle bir bakmıştı ki, parça parça ederek yanında götürmüştü kalbimi, sanki o kalbi götürdüğü yerden hiç geri getirmeyecekmiş gibi; sanki gittiği yerden hiç geri gelmeyecekmiş gibi. Ah! Öyle bir bakmıştı ki, seni hatırlattı ve çok acıttı beni!
Milena’nın gidişinin üzerinden neredeyse bir saat geçince, hâlâ dönmediğine işkillenen Saara, telefonuna sarılıp onu ve diğerlerini aradıysa da ulaşamadı –ki ulaşamayacaktı da; hepsinin telefonu kapalıydı. Böylece Saara’nın kaybetme korkusu, paniklemesiyle anbean ortaya çıkmaya başladı. Hareketleri hayli histerik ve paranoyaktı. Onun çırpınışlarına seyirci kalmak zorunda olduğumuz o süreçte, tam da kendimi bir işkenceci gibi hissediyor ve kontrolümü kaybediyordum ki, Ella yetişti; Saara’yı kolundan tutup nazikçe çekiverdi. “Hadi Saara,” dedi, “Biraz yürüyelim.”
Caddeye çıkıp tenha bir istikamete doğru yürümeye başlamıştık. Tabii ki Saara restorandan çıktığımızdan beri, “Neler oluyor? Milena nerede? Nereye gidiyoruz böyle? Biriniz de bana bir şey söylesin!” gibi sorulara ve azarlamalara devam ediyordu. Ben ikisini tam arkasından takip ediyor, neler olacak merak ediyordum. Ve bir anda yol ortasında durdu Ella; ona dönerek, “Sana, Milena’nın artık olmadığını söylesem ne yapardın?” diye sordu. Oysa sinirden gerildi, hatta kızara bozara şişti Saara. “Bana bak Elisa! Deli deli konuşup asabımı bozma!” diye bağırdı ona. Ve Ella ağzındaki baklayı çıkardı sonunda. “Milena seni ağaçlı yolun oradaki göl kıyısında, o yaşlı ağacın dibinde bekliyor, ona yeniden kavuşmak istiyorsan, tek yapman gereken oraya gitmek,” diye söyleyiverince, Saara büsbütün çıldırmış gibi esip gürledi bir anda. “Ne tür bir oyun oynuyorsun sen bana, ha! Dalga mı geçiyorsun! Yaşadığım onca şeyi bilmene rağmen hiç mi umursamıyorsun!” diye bağırdı Ella’ya.
Bu kısımda huysuzca söylenmiş restleşmeleri gereksiz buluyor ve pas geçiyorum; asıl yazılması gereken konuşmayı tam yerine saklıyorum. Ancak o sırada böyle bir münakaşanın ortasındayken, iki elimle tutmama sebep olacak kadar başımı ağrıttıklarını söylemeden edemiyorum. Gelgelelim, bir saat süresince bu şekilde tartışarak zıtlaşmış olsalar da, farkında olmaksızın bayağı yol almıştık. Gecenin tekinsiz yarısına varmıştık; ıssızlık ortasında ve ay ışığı altında yürüyen üçümüz beraber, bahsi geçen ağaçlı yolun başlangıcına kadar sürüklenerek gelmeyi başarmıştık. Hem yaşanması hem de anlatması en zor ama en önemli kısım bundan sonra başlıyordu artık.
Hiç kuşkusuz o gün unutmuştum Ella’nın tam manasıyla kim olduğunu. Ta ki, o büyüyü yapıp kendi aslının nerelere dayandığını Saara ile bana ayan beyan gösterene kadar! Büyüden çok bir illüzyon yarattığına şüphe yoktu. Yine de inanılır gibi değildi; iki hareketten oluşan iki an ile kolaylıkla başarmıştı bunu. Nasıl mı? Birbirimize küsmüş gibi kendi sessizliğimizle yürüyorduk ki, ikimizin önünde giden Ella’nın, ansızın yolun ortasında durmasıyla yüzünü bize dönmesi bir oldu. “Normalde böyle şeyleri hiç yapmam ama mecburum. Ne olur beni bağışlayın, çünkü başlıyorum,” dediği ilk an boynunu kütletti; gri gözlerinin –tıpkı huldralarınki gibi– sarı renge evrildiği ikinci anda ise, kaçınılmaz olan saniyeler içinde oluverdi. Sapsarı gözleriyle olduğu yerde dikilen Ella gayet rahatken, ben ve Saara gözlerimizi belerte belerte kendi etrafımızda dönüyor, her şeyin değişmesini titreye titreye seyretmekle yetiniyorduk. Sanki kendi etrafımızda dönen biz değilmişiz gibi, evrenin bizim etrafımızda dönüyor olduğunu hissediyorduk. O anları tek cümleyle özetlemek gerekirse, baştan aşağı tüm atmosferin başka bir şeye dönüşmesi ile karanlık dünyadan aydınlık dünyamıza sızan biçimsiz yaratıkların kulaklarımızda patlayan uğultulu seslerini işitiyorduk. Etrafımız birdenbire kasvetli ve kirli bir sis tabakasıyla çevrelenmiş, güzelim ağaçlar büsbütün kuruyup dallarını eğmiş, gece iyice soğuyup puslu bir laciverte kesmişti. Önümüzdeki geniş yol ise beterin beteriydi; boğazımızı sıkacak kadar daralıp derinleşmiş, midemizi bulandıracak kadar uzayıp eğrilmişti. Görünen o ki Ella, diğer evrendeki o melun geceyi yalnızca çağırmakla kalmamış, aslında direkt oraya ışınlamıştı hepimizi. Rüyaların kâbuslara döndüğü o grotesk yere… Kâhin görse kesin, ben demiştim, derdi.
Neyse ki bu kadarını önceden tahmin ettiğimden, başımıza gelebileceklere biraz olsun ihtiyatlıydım. Ne yazık ki Saara için aynı şeyleri söyleyemem; kendi bakış açımla izlediğimden, hangi sahnelerin zihnini darmadağın ettiğini bilemem, ancak hâlinin içler acısı olduğunu belirtmeden bu kısmı geçemem. Bembeyaz kesildiği ve tir tir titrediği yetmezmiş gibi, ağlamaya başlayıp sinir krizine girdi. “Hayır! Bu… Oluyor… Olamaz! Hayır!” diye aynı şeyleri kekelerken, eli ayağı hepten boşalıverdi; dizlerinin üzerine, zemine bıraktı kendini. Ne de olsa dizlerine kadar kendi kâbusunun içine girmişti. Bunlar olurken ben ne mi yapıyordum? Pek tabii Ella’nın denge dediği görevimi yerine getirmekle cebelleşiyordum. Kendi hislerimi kenara bırakmışlığımla Saara’nın tam arkasında, onunla aynı zemindeydim; bilinç kaybı yaşamasın diye bir yandan onu ayık tutup, diğer yandan iki elimle omuzlarını kavrayarak zapt etmeye çalışıyordum.
Yolun ilerisine baktığı vakit, Saara’nın kaskatı kesildiğini fark edince ben de baktım o yöne, ama korku filminden çıkmış gibi bir sahneyi karşımda görünce kaykılıp kaldım hâliyle. Tam dört karabasan az ötemizde belirivermişti; yan yana ve havada… Yüzleri bize dönük ve tehditkâr görünseler de hiçbir şey yapmıyorlar; yalnızca havada asılı kalırcasına duruyorlar ve göl kıyısına giden yola barikat kurmuşçasına bekliyorlardı. Tekinsiz siluetlerden oluşan toplu bir illüzyondan ibaret olduklarına emindim, oysa Saara için aynı şekilde görünmedikleri netti; travmasının kaynağı olan o katillerin yüzlerini apaçık görüyordu, orası kesin.
Derken Saara’nın tam önüne oturdu Ella; o da bizim gibi dizlerinin üzerindeydi hatta. “Hadi!” dedi ona. “Kalk ayağa ve kavuş Milena’ya. Onu yeniden görmek istiyorsan, tek yapman gereken bu yolu yürümek ve oradaki şeylerle yüzleşmek. Yalnızca sen bizi buradan çıkarabilirsin, yalnızca sen bizi kurtarabilirsin Saara!”
“Hayır!” diye karşılık verdi Saara çatallaşan ve haykıran sesiyle. “Hayır, bunu yapamam! Benden bunu isteme sakın! Neden bu azabı yaşatıyorsun bana! Neden Elisa!”
Aynı diyalogları devam ettirerek bağıra bağıra konuşuyordu ikisi de; heyecan içinde ve nefes nefese; neredeyse tokat atacaklar sandım birbirlerine. Hâlbuki dönüm noktası gibiydi izlediğim o sahne.
Saara’yı omuzlarından tutup sarsarak, “Bak bana!” diye haykırdı Ella. “Çünkü hiç olmadığım kadar dürüst olacağım sana! O gelecekteki geçmişimde narsist bir katil olduğumu öğrenecek olsan da, kolay olmayan bir itirafım var sana!” diye ekleyip uzun sürecek ve hepimizi kahredecek olan açık sözlü konuşmasına girdi. “Evet, oradaki katillerin hepsini bizzat ben yakaladım ve kendi ellerimle öldürdüm. Bu eylemim kimseyi geri getirmeyecek olsa bile yaptım! Bu sebeple yıllar boyunca her gün belki de milyon defa hayal ettim oradaki her şeyi düzeltmeyi; geçmişi ve geleceği ilelebet değiştirmeyi… Öyle öfke dolu ve suçlu hissediyordum ki, her hayalimde zamanda geriye gidiyordum, hiçbir şeyin henüz olmadığı, hiçbirimizin yolunun kesişmeyip ızdırapların doğmadığı yıllara. Pusuya yatan kapkara bir kurttan farksız bir odanın karanlığına tünüyor ve buna sebep olanların hepsini o karanlıktan izliyordum. Zira hepsi oradaydı; pusudaki beni fark etmeyecek kadar eğlencelerine dalmış görünüyorlardı; ışığın altında bir yemek masasında oturuyorlar ve umursamazca kahkaha atıyorlardı. Yemeklerini afiyetle yiyip içkilerini keyifle içtikleri sırada ise, olanlar oluyordu. Ziyadesiyle hızlı ve kanlı, daha önce yaptığımın aynı… Çünkü sessiz azametimle bekleyen ben, avına zıplayan bir kurt misali sahneye çıkıyordum; ansızın arkalarından yaklaşıyor, kana buluyordum odanın her karesini. Ve her defasında farklı ölüm şekillerinde kırmızıya çeviriyordum o masanın bembeyaz ipeğini. Bazen bir pompalı tüfekle dağıtıyordum beyinlerini, bazen bir baltayla ikiye ayırıyordum bedenlerini, bazense sadece çıplak ellerimle gırtlaklıyordum hepsini. Bir oda dolusu kan banyosu beni öyle tatmin ediyordu ki, bağımlılık derecesinde milyon kez o an’a dönüyor, milyon yöntemle tek tek öldürüyordum her birini. Böylece her şey çok hızlı olup bitiyordu. Ortak hikâyemiz başlamadan önceki zaman çizgisine geri gidip onları milyon kez evrenden sildiğimde, milyon kez değişiyordu geçmiş ve gelecek; ama biz dediğimiz her şey, yanıp küle dönen kitaplar gibi yok oluyordu, keza gelecekte etki ettiğimiz diğer şeyler de, iyisiyle kötüsüyle… Oradaki sen yine Milena ile beraber oluyordun, ama ben sonsuza dek siliniyordum, en önemlisi orada yazılan roman ve efsane de öyle… Oysa şimdi sana yeniden kavuşunca anladım ki, ne geçmişi ve geleceği değiştirmek ne de silinmek istiyorum; çünkü akan kanımız, sızlayan canımız kadar, yaralarımız ve ızdıraplarımızla seviyorum bizi. Nasıl yaşandıysa öyle seviyorum hikâyemizi. Nitekim bizi var edip bir araya getirenler, âdeta yükseltip büyütenler bunlar. Artık sen de kucaklamalısın bunları. Her şey olması gerektiği için oldu; hepsini olduğu gibi kabul etmeli, affetmelisin kendini. Ve yazarken bunlardan beslenmelisin hep yaptığın gibi; olumsuzlukları olumluya çevirerek dışa vurmalısın hislerini! Nasıl ki beni öldürdüklerinde daha da güçlenerek yeniden doğduysam ve ayağa kalktıysam…” diye devam ediyordu ki, iki eliyle Saara’nın yüzünü tutuverdi; öylelikle sarf edebildi o cümleleri. “Ben ki tüm ilkel içgüdülerimle senin zıddınım, ben ki tüm içtenliğimle senin karanlığınım; ben ki seni yarı yolda bırakmayacak parçanım, ben ki seni koruyacak kalkanım, sıkıca tut ve taşı kendini, tıpkı bu yetimi tüm yüreğinde taşıdığın gibi; kibarca okşa ve sev kendini, tıpkı bu yetimi tüm yüreğinle sevdiğin gibi. Nitekim tamamlandık; kaybettiklerin bizi birbirimize kazandırdı, bu yüzden böyle kabul et geçmişi ve geleceği… Yeter kaybeden taraftan baktığın! Dünyana kar yağdırmayı durdurursan, ancak o zaman mevsimin sana hep bahar olduğunu görebilirsin. Şimdi odaklan ve acıyan ayaklarınla kayıplarının üstüne basa basa yürü; çünkü hiçbiri aslında kayıpların değil; kazanımların… Önündeki ağaçlı yolda dimdik yürü Saara Ava; git ve kavuş seni göl kıyısında bekleyen Milena’ya.”
Ah hayır, hiç kuşkum yoktu; bu ritüel sadece Saara için değildi; bu, kesinlikle hepimiz içindi! Gelgelelim, kesik ve delik deşik olmuştu içim; beride donakaldığım hâlimden belliydi ki ben de kendimle yüzleşmiştim. Ella’nın itirafları öyle bir boğazımı tıkamıştı ki, yutkunamamıştım dahi. Çünkü yeni fark etmiştim Saara ile benim o an’a dek aynı mezarı paylaştığımızı. Ne var ki bu cümleleri dikkatle dinleyen Saara nasıl yaptıysa yaptı ve ayağa kalktı; mezarında yatarken kendisine uzanan elleri tutup ölü toprağından yükselircesine doğruldu. Ayağa kalkar kalkmaz Ella’yı da beraberinde kaldırdı; onun yüzünü şefkatli elleri arasına alarak, “Kış bitip bahar gelebilir artık; çünkü şimdi tamamız,” demesiyle tüm işittiklerine verdiği tek cevap bu oldu. Ella’nın hep bildiği gibi çetin bir kadın, bir savaşçı olduğu doğruydu; çünkü büyülü yürüyüşünü yapmak üzere göğsünü gerip dikleştirdi duruşunu. Korkusuz ruhundan taşan ve vücudunu saran dimdik bir edayla yürümeye başlayınca tam arkasından takip ettik onu. Sağ arkasındaki ben en aydınlık; solundaki Ella ise en karanlık parçaları gibi dengeliyorduk ileriye doğru yürüdüğü yolu.
Büyülü bir sahneyi ikisiyle beraber paylaşıyordum ve ayrıcalıklı hissediyordum. En önde giden Saara öyle azimli yürüyordu ki, aksamıyordu dahi. Karabasanların önüne vardığında ise, hiç durmaksızın üzerlerine yürüyüp devam ederek onların barikatını kolaylıkla aşıverdi. Bu kadar kolay olacağını sanmıyordum oysaki. Gel gör ki hepsiyle o şekilde yüzleşmiş, artık hiçbir şeyden korkmadığını göstermişti. Böylelikle başarmış oldu kendine yüklediği laneti püskürtüp karabasanlarını tek tek yok etmeyi. Nihayetinde can çekişircesine vızıldayıp sönerek ve olabildiğine büzülerek küçülmüşler, yanlarında götürdükleri kasvet ve dehşet ile birlikte sonsuza dek yok olup gitmişlerdi. Onlar gider gitmez etrafımızı saran orantısız sis dağılmış, her şey eski hâline dönmüştü; gecenin puslu laciverti yok olmuş, huzurlu bir laciverte bırakmıştı yerini. Tıpkı Ella’nın gözlerinin kendi rengine dönmesi gibi.
Yalın bir destan bırakmak istiyorum bu paragrafa; selam verir gibi eski şarkılara. Ki öyle bir sahneye eklediğim “Ay ışığı Sonatı” zihnimde çalarken, “Ella’nın Saara’ya en güzel hediyesi bu olmalı,” diye geçirdim içimden, “Dört karabasanı ve travmasını alt ederek bir türlü geçemediği yolu sonunda geçmesi ardından, o yolun sonunda sevdiği dört kişiye birden kavuşmak…” Zira göl kıyısına inen patikanın başına vardığımızda durdu Saara; çünkü onu görüyordu karşısında; bu sefer gerçekten kavuşuyordu aslında; korkuları geride bıraktığından her zerresinde aşkı hissediyordu âdeta. Ki orada; az ötedeki göle yansıyan ay ışığının mehtaplı kıyısında; capcanlı, yüz dallı ve heybetli bir ağacın altında, etrafına yaydığı salt bir zarafetle ayakta bekliyordu Milena; tebessümden ve sevgiden; aşktan ve inançtan başka hiçbir şey yoktu sıfatında. Hatta değildi yalnız başına; diğerleri vardı yanı başında. Hem Saara’ya hem de Ella’ya o noktada kavuşacağına inanan ve yüzleri gülen Remek’ten Milena’ya, Hilmar’dan Selma’ya; dördü birden orada. Başka evrenler kadar, başka olasılıklar imkânsız değildi ne de olsa.
Başını Saara’ya çevirdi Ella. “Geçmiş de gelecek de, şimdi değişti işte, hadi öyleyse,” dedi ve elinden tutarak kibarca çekiverdi annesini; böylece dördüne doğru yürümeye başladı ikisi birlikte.
Bu aşamada ben ikisiyle gitmemiş, onlar yanımdan ayrıldığı vakit ormanlık alandaki bir ağacın altına uzamamla filmden çıkmıştım; tek niyetim, bu muazzam kavuşma sahnesine dâhil olmadan ve bozmadan, mutluluk anlarını geriden ve geniş bir kadrajdan seyretmekti. İyi ki de dâhil olmamış, bozmamışım; çünkü uzaktan seyrettiğim o sahne o kadar duygu dolu ve kusursuzdu ki, gereksizce betimleyerek mahvetmeye korkarım. Dördü birden çembere alıp, sıkıca ve uzunca sarılmıştı Saara ile Ella’ya; tüm aile kol kanat, yitirilen yıllara inat, diğer evrendeki kadere tezat…
Evet, orada olanlar aşırı derecede mistik, metaforik ve ironikti; zira orada bir şeyler ölmüştü, amma velakin bunların hiçbiri, iyi insanların ruhları değildi; ölmüş olan sadece saf kötülüktü. Ağacın altından onları izlerken şunları dedim kendi kendime: “Meğer insanlar ölmesin diye öldüren ve hiçbir şekilde ölmeyen bir kadının evrenden tek istediği sevdiklerinin ölmemesi; hepsinin huzurla yaşadığını görmekmiş. Efsane olmak demek, kaybetsen de arayıp bulmak; inanıp kavuşmak demekmiş meğer. Öğrendim ve büyüdüm yine. Bu seyahat bana neler yapıyor böyle? En güzel hediyeleri gösteriyor sanki.”
Hediye demişken, işte bu son cümlem ardından dikildiğim o noktada başıma gelen gariplik dolayısıyla o dakikaları hiç unutmayacağım. Tam arkamda ani bir hareketlenme ile beraber enseme vuran yoğun bir sıcaklık hissedince korkuyla oradan kaçacak oldum, ama yapamadım; sanki büyüyle mıhlanmıştım. Ormanlık bir alanda, sık ağaçların ve çalılıkların arasında, diğerlerinden uzaktaydım ve orada yapayalnızdım; kendi başımın çaresine ve çevresine korkmadan bakmalıydım. Bu yüzden başımı arkama çevirip orada ne var diye tam bakacak oldum ki, ismimle hitap ederek direkt benimle konuştu arkamdaki. “Yüzüme bakmanı hiç tavsiye etmem Veera, seni korkutmak istemem!” dediğini duyunca suratımı acıyla ekşittiğim ifademle kim olduğunu anladım ve doğal olarak ne yüzüne ne de arkama baktım. Tepedeki kadının ta kendisiydi bu; hani, geçtiğimiz günlerde gördüğüm an tüylerimi ürpertmekle kalmayıp kim olduğunu öğrenmeye korktuğum o karanlık kadın. “Şimdi sakin ol ve beni iyi dinle,” diye devam etti: “Özür dilediğimi söylemeni ve hediyemi iletmeni istiyorum senden, o kadar,” der demez yine sırra kadem basarak yok olup gitti. Ancak yok olduğu an, sol elimde soğuk bir demirin varlığını hissettim. Her zamanki şapşal ifademle elime bakınca uzun ve kalın bir zinciri tutuyor olduğumu fark ettim. Zincirin diğer ucu, ta çalılıkların arkasına doğru uzanıyordu; sonunu bilmeden çektim ve gerildi; kesinlikle bir şeye bağlıydı ve gelmedi. Merak işte; elimden bırakmaksızın, kendime çeke çeke takip etmeden duramadım tabii. Eh, oraya varır varmaz diğer ucun kimde olduğunu görmemle öyle hayret ettim ki, “Oha!” diyerek tepki vermeden edemedim. Kapkara postu, sapsarı gözleri ile karşımda oturan ve başını sağa sola yatıra yatıra bana bakan kocaman bir kurdun tasmasına bağlanmış bir zinciri tuttuğumu o an idrak etmiştim. İki ayağı üstünde dursa, boyumu aşacak kadar ulu bir kurdu karşımda görünce, hâliyle içimden, “Hep bahsi geçen Fenrir bu olmalı; hediye bu olmalı,” diye geçirdim hemen. “Sen Fenrir’sin, öyle değil mi?” diye sorunca ona, masumca mızıkladı bana. Elimdeki –ona bağlı olan– zinciri utanarak gösterip, “Beni bağışla, çünkü bu çok barbarca,” dedim ve ona sokulurken devam ettim: “Öncelikle bundan kurtulmamıza ne dersin? Biz burada böyle şeyler kullanmıyoruz, çünkü dostlarımıza büyük saygısızlık oluyor bu gibi şeyler!” dedikten sonra dizlerim üzerine, önüne çöküverdim. Beni iyi anlamış ve sevmiş olmalıydı ki, tasmasını çıkarırken hem patisini omzuma dayadı hem de yüzümü boylu boyunca yaladı. Oldum olası alışkınım kurtların bu tavırlarına; Inka’dan beri hepsinin benimle manyetik ve sempatik bir derdi var nasılsa.
Tüylerini bana değdirecek kadar samimiyetle dibimde yürüyen Fenrir ile birlikte Ella’ya doğru yol aldım pek tabii; sanki doğum günüymüş gibi hediyesini bir an evvel vermek istiyordum. İki dakika sonrasında göl kıyısındaki herkes bizim gelişimizi karşıdan görünce, Saara’dan Hilmar’a, Selma’dan Remek’e sevinçle öne atılarak, “Fenrir bu! O da gelmiş! İnanamıyorum!” diye art arda söylenmeye başladılar. Ella hariç; suskun bir içlenmeye bırakmıştı kendini, yine dokunsan ağlayacak gibi. Oysa Fenrir’in çocuksu taşkınlığına diyecek yoktu; onu gördüğü an yanımdan fırladığı gibi dosdoğru kollarına koştu. Ella ona sarılırken, “Asıl şimdi tamamız,” dedi oradaki son sahneye tek bir cümle ekleyerek. Sarıldığı esnada benim gözlerime uzun uzadıya bakmayı ihmal etmemiş, Fenrir’i kimin hediye olarak getirdiğini zihnimden okumuştu; bu konuda konuşmamıza bile gerek yoktu.
Kendi kasabamda seninle ve dostlarımla birlikteymişim gibi şiirsel bir yumuşaklık yaşadım o aile ortamında. Gecenin üçü olduğunda göl kıyısını arkamızda bıraktık sekiz kişilik grubumuzla; sohbet ederek ilerledik geyikli kasaba yollarında. Herkesin ilgi odağı Ella ile Fenrir’di pekâlâ. Şehre dönmek için sabah trenini bekleyeceğimizden bolca vaktimiz vardı daha; hâl böyle olunca sonuna kadar hak ettiğimiz ve sabaha kadar kadeh kaldıracağımız aile yemeğini yemek üzere geri gittik aynı restorana. Loş ışıklar altında ve fonda çalan blues şarkılarla oturduk uzun bir masaya. Aile olsalar da herkesin devam eden başka bir hayatı vardı hâlâ; bu yüzden o masadan kalkınca diğer üçüyle ayrılacaktık. Böylece yanımızdan hiç ayırmayacağımız güzel bir artı ile –Fenrir ile– geldiğimiz gibi trene binecek ve dönüş yoluna geçecektik.
Yukarıdakiler çoktan olupbitti ki dönüş yolunda ve trendeyim. Ama tren yavaşlıyor, galiba şehir sınırlarına yaklaşıyor; şu an, devasa su heykellerinin ve rüzgâr türbinlerinin yarı beline kadar içinde sıralandığı daha da devasa bir nehrin üstündeki kıvrılan köprü raylarda ilerliyor. Yarım saate Feresa Salina’ya varacağımızı hissediyorum, bu yüzden son satırları yazıyorum. Sevgili Eeva, seyahatimin ilk başlarında sanıyordum ki hep yalnız olacağım, oysa ne yalnızım ne de azım; etrafımdaki savaşçı kadınlarla güçlü bir kalabalığım; yine de kibar ve uygar bir detayım. Tüm bunları sana yazdığım anda, yani şimdi etrafıma bakıyorum da, yanımdaki koltukta Fenrir yatıyor ve patisini dizime dayıyor; çaprazımdaki koltuklarda Saara ile Milena kendi aralarında konuşup gülüşüyor ve eskisine nazaran daha mutlu görünüyor… Tam karşımdaki koltukta oturan Ella ise manzaranın tadını çıkarırken, sırıtarak uzaklara dalıp hayaller kuruyor… Bu hâllerinin sebebini çözmek zor değil; Sónata ile iki saat boyunca telefonla konuştu. Hatta dakikalar önce telefonu kapatır kapatmaz, kulaklığımı çekip dikkatimi dağıtarak yazmamı durdurdu ve bana müjdeli haberi uçurdu. “Yarın sabah seninle Feresa Salina Havalimanına gidiyoruz Veera,” dedi haylazca sırıtarak. “Çünkü ilk uçakla yanımıza geliyor Sónata.”
Vay be! Özlemine daha fazla dayanamayan Sónata onca yolu tepip sonunda geliyor işte, bak sen şu işe. Bu haberi bana verdikten sonra bakışlarım asılı kaldı Ella’da. Şimdi yazıyor olsam da kaçamak bakışlarımla onu ince ince süzüyorum hâlâ. Zira suretinden gitmeyen –biraz çapkın, biraz azgın ama fazlasıyla tutkun ve vurgun– ifadeden anladığım kadarıyla, olacakları şimdiden gözümde canlandırabiliyorum; ister istemez onunla aynı şeyleri düşledikçe çilekler gibi kızarıyorum. Bu sefer kesin, hiç olmadığı kadar pervasızlaşıp sevişecek onunla. Yine durmak nedir bilmeksizin; yine feromonlu blues şarkılarla; yine duvara yaslayıp ya da masaya/sehpaya/kanepeye/zemine yatırıp yukarıdan aşağıya dokunurcasına; yine sabırsızca kendi elleriyle giysilerini çıkarıp fırlatırcasına; yine önce kasıklarına sonra boynuna dudaklarını bırakırcasına… Ne de olsa vur deyince öldüren bir kadın olarak cinsel arzusunu baskılamıyordu. Belki de en çok bu yüzden seviyordu Sónata onu. Tıpkı, her sevişmemizde kulağıma, “Bizi tenime yaz hadi!” diye fısıldadığında, parmak uçlarımla teninin her zerresine romanlar yazabilen beni sevdiğin gibi.
(Devam Edecek)
(Bu hikâye dizisi, roman kahramanı Veera’nın, çıktığı uzun seyahat süresince sevgilisi Eeva’ya yazdığı mektuplardan oluşmaktadır ve Diğer Evrenin Senaristi romanı yan hikâyesidir; ayrıca bu romanın devamı olan Diğer Evrendeki Kadın ve Parçalanmış Yansımalar romanlarına, hatta bilhassa Kadınların Öldüğü Yer romanına göndermeler, detaylar ve açıklamalar barındırmaktadır.)
Şeyda AYDIN, Diğer Evrenin Senaristi, İkinci Adam Yayınları, 1.Baskı, 2018 Aralık – 2.Baskı, 2021 Mart
Şeyda AYDIN, Diğer Evrendeki Kadın, İkinci Adam Yayınları, 1.Baskı, 2019 Şubat
Şeyda AYDIN, Parçalanmış Yansımalar, İkinci Adam Yayınları, 1.Baskı, 2019 Eylül – 2.Baskı, 2021 Ağustos
Şeyda AYDIN, Kadınların Öldüğü Yer, Tilki Kitap Yayınevi, 1.Baskı, 2020 Kasım