Sevgili Eeva,
Seyahatnamemdeki önceki mektubuma noktayı koyar koymaz çıktık yola. Ella’nın, omzumu kavrayıp, “Artık gitmeliyiz, hadi!” demesi ve beni çekiştirmesiyle çarçabuk bitirebilmiştim son cümlemi. Oysa şimdiden inanıyorum ki, şu an ormanın yüreğinde yazmaya başladığım bu mektup hepsinden kıymetli. Gel gör ki gelecekten geçmişe/geçmişten geleceğe uzanan, başı/sonu muamma olan ve bir parçası olduğum bu döngüyü, âdeta epik bir destan gibi yazıya dökme görevini üstlenmiş olmam, içimi burkuyor olsa da gururlandırıyor beni.
Vedalara üşendiğim kadar üşeniyorum vedalar hakkında yazmaya, ancak o hüzünlü –etin kemikten– ayrılış sahnesi gözümün önünde hâlâ. Çantamı sırtıma yüklenmiş eğri büğrü vaziyetimle aylardır kaldığım 9 numaralı daireye bakışlarımla hoşça kal deyip aşağı inince, bina önündeki bütün yüzlerin bana çevrildiğini görür görmez ana kapıda bir anlığına durarak baktım her birine. Arabamızın hemen önünde dikilen Ella, Sónata ve Fenrir yan yana; karşılarında ise Saara, Milena ve Robot-Ava. Hepsi bir, o vakit henüz doğan sabah güneşi altında vedalaşma faslı için anca toparlanan beni bekliyorlardı orada.
Gecikmeli de olsa yol arkadaşlarım olan üçlünün yanında yerimi almamla birlikte, titreyen gözbebekleriyle dördümüzü birden süzen Saara öyle güçlükle konuşabildi ki, sanki bir şeyler hissetmiş de bilhassa Ella’ya son kez bakıyormuş gibi olduğu, dokunsan hıçkırıklı bir ağlayışa boğulacak olmasından belli ediyordu hislerini. “Keşke biraz daha kalabilseydiniz,“ demesi ardından nefesi kesilip susuverince, onun diyemediklerini Milena tamamlayıverdi. “Varlığınıza öyle alıştık ki, ev bize bomboş gelecek şimdi. Burada bir eviniz ve aileniz olduğunu asla unutmayın. Ve işiniz her neyse bitirip, ne olur bize geri dönün,” dedi. Onun cümlelerini de Robot-Ava’nınkiler izledi. “Eğer yolunuzu kaybederseniz bana bağlanın, Netta’nın en güncel haritası hafızamda ve nerede olursanız olun, uzaktan da olsa yardım etmekten onur duyacağımı hiç unutmayın.”
Hepimizin gözü ikisinin ne yapacağını merak edercesine Ella ile Saara’nın üzerindeydi ki, birbirlerine sıkıca sarıldılar kaşla göz arasında. Kızına sımsıkı sarıldığı an ağlamaya başlayan Saara, “Yalvarırım bize geri dön, nereden gelmiş olursan ol senin yerin burası, tamam mı?” diye tekrar ediyorken, “Tamam, merak etme, elimden gelenin fazlasını yapacağım,” diye karşılık veriyordu Ella. Sonra Milena katıldı onlara; ardından da ben ve Sónata… İkisinin sarılışına art arda dâhil olmamızla, o noktada kol kanat ve çember olduk dakikalar boyunca. Fenrir bile katılmıştı buna; bir yandan kafasını bacaklarımıza sürtüyor, öte yandan mızıklıyordu, sanki kendi dilinde destek olurcasına.
Derken; daha fazlasına dayanamayan ben, direksiyon koltuğuna geçince yanımdaki koltuğa Fenrir geçti hemen. Ella ile Sónata arka koltuklara yerleşir yerleşmez Ella’nın omzuma dokunarak verdiği işareti almamla da, yavaşça gaz verdim arabaya. Ne var ki, her gaz verişimde kalbime basınç uygulayacaktı gözlerimin önünde asılı kalan o manzara. Radyoda aniden çalıveren hem elektro-senfonik hem de epik bir film müziği sahnemizin fonuna eşlik ediyorken, hâliyle bakmadan edemiyorduk arkamızda kalanlara. Nitekim kalbimizi onların yanında bıraktığımız yetmezmiş gibi gözlerimiz de kalmıştı tam arkamızda. Benimki dikiz aynasındayken, pencereden dışarı başını sarkıtan Fenrir geriye doğru uluyor, arka pencereye yapışan Ella ile Sónata ise gözlerini ayırmaksızın el sallıyordu, biz uzaklaştıkça büsbütün arkamızda kalıp önce üç siluete sonra da üç noktaya dönen ve bir anda görüşümüzden silinen Robot-Ava, Milena ve Saara’ya.
İlk defa arabamızın tüm koltukları doluydu ve bu defa yan koltuğumdaki ziyadesiyle cesaret ve kuvvet veren bir kurttu. Patisini dizime koyan Fenrir sebebiyle kim bilir nasıl hislerle sürdüysem artık, gaz pedalına öyle bir yüklenmiştim ki, sanki bir an önce gideceğimiz yere gitmek ve durumu nihayete erdirmek istercesine Feresa Salina sınırlarından yarım saatlik sürede çıkarmıştım lastikleri. Şehir çıkışına konmuş olan ve yolcuları uğurlayan mitolojik bir tanrıçanın 30 metrelik hologramı, tam önünden geçerken aniden bize dönerek el sallayınca, bizim için hem metaforik hem de trajikomik olan bu uğurlamaya karşı anca şaşkınlıkla bakakalmıştık tabii. Nitekim gidiyorduk; temmuz güneşi arabanın lacivert gövdesinden yansırken, daha önce hiç gitmediğimiz bir rotaya doğru bizi götüren tenha bir otoyolda son hızla ilerliyorduk. Önümüzde, kuzey batı yönünde katetmemiz gereken uzun bir yol vardı; ağustosun yedinci gününden önce, yani buluşma gününden günler önce koordinatların gösterdiği yere varmalı ve kamp kurarak onların gelişini beklemeliydik. Oraya varana kadar da şehirlerden olabildiğince uzaklaşacak, tarımsal arazilerden ve orman köylerinden geçecektik, hatta yüksek rakımlı dağların eteklerindeki hırçın yollardan nazik manevralarla inecek, evrim sonrası insanın hiç ayak basmadığı iç ormanların içine doğru çekilerek belki de ilk ayak basanlar olacaktık.
Tarımsal arazileri tam ortadan kesen bir otoyolun düzlüğünde üç saat süresince hiç konuşmadan sürmüştüm ki, bir arazi boyunca gördüğüm yeni nesil teknoloji karşısında ünlemli bir oktavda konuşuverdim. O kadar olağanüstüydü ki, yanında uyuyan Sónata’yı düşünmeden Ella’yı sarsarak, “Benim gördüğümü sen de görüyor musun?” diye seslendim. Ben gösterene kadar görmemişti ama gördüğü an sanki çok iyi bildiği bir şeyi görmüşçesine tekinsiz sözler mırıldanarak bakışlarını araziye kilitledi. Sersemlemişti. Sonra da bana, “Hemen durdur arabayı!” diye haykırırcasına fısıldayıverdi. Hâl böyle olunca yol kenarına park ettim. Sanki oradaki tarla ortasında galaksi dışı cisimler görmüşçesine fal taşı gibi açtığı o muhteşem gri gözlerini ayırmaksızın arabadan inince, hemen arkasından ben de indim.
Retro-fütüristik bir çiftlikti bizi şaşırtan; ama onu diğer çiftliklerden ayıran, etrafını sarıp sarmalayan onlarca rüzgâr türbininden başka bir şey değildi. Hâlbuki ben daha önce ne görmüş ne de duymuştum böylesini. 150 metrelik türbinler resmen çift sarmallı DNA modeli esas alınarak tasarlanmıştı; göz alacak kadar parlak ve gümüşiydi. Üstüne üstlük, tıpkı güneşin etrafında dönerken kendi etrafında dönen dünya gibi, dikey konumlanan gövdesi ile hem kendi etrafında dönüyordu hem de üzerindeki onlarca türbin ayrı olarak dönüyordu; bu da, türbinlerden sağlanan enerjiyi binlerce kat verimli bir hâle getiriyor olmalıydı. DNA’da bulunan dört baz gibi iç kısımlara iliştirilen güneş panellerinden ve elde edilen takviye enerjiden söz edemiyorum bile. Elimle güneşi perdeleyip her birini hayranlıkla inceledikçe inceliyordum ki, yanımdaki Ella duramadı olduğu yerde; birdenbire fırlayıp daldı arazinin içine. Görünüşe göre, malum kasabayı ilk gördüğümüz anda olan gibi, esrarengiz içgüdülerinin kendisine yön vermesine yenik düşmüştü yine. Hiçbir şey demeden oradaki çiftliğe doğru hevesle yürüyüp gittiğinde, Fenrir’e dönüp derin bir uykuda olan Sónata’yı işaret ederek, “Ona göz kulak ol lütfen,” dedim ve Ella’yı takip etmekte gecikmedim. Çiftlik evinin kapısını çaldığında ve çiftçi olduğu kıyafetlerinden belli olan kırk yaşlarında bir adam ona kapıyı açtığında tam arkasından izliyor ve dinliyordum; dâhil olmak yerine gözlem yapmaktı amacım.
“Buyurun,” dedi adam, arabaya doğru bir bakış atarak, “yoksa yolda mı kaldınız?” diye sordu yardımsever bir tavırla. “Şey, ben,” diye lafa girdi Ella, “türbinleri merak ettim, kim tasarladı? Yani bu DNA modeli, hangi dâhiyane zekânın eseri?” diye sordu kibarca. Uzunca gülümsedikten sonra anca karşılık verebildi adam. “İnanmayacaksınız ama türbin tasarımları tamamıyla 11 yaşındaki kızıma ait, 9 yaşındayken aldı bunların patentini… Hatta kendisi de erkenden üniversiteye kabul edildi,” dedi gururlu bir edayla.
Duygusal bir krize hızlıca girip çıktığından olsa gerek, bir anlığına duraksamış olsa da devam etti Ella: “Kızınızın adı nedir acaba?” diye sorunca, “Kisara ama kendini bildi bileli anagramı olan Sakari adını kullanmayı seviyor,” diye bir karşılık aldığı sırada, adamın tam dibinde belirdi kızıl saçlı çıtı pıtı bir kız çocuğu. Ve belirir belirmez de direkt Ella ile iletişim kurdu. İşte, bahsi geçen Sakari buydu; Ella’nın –yanları kazınmış yarı punk– saçlarını işaret ederek, “Saçlarını sevdim, çok havalı. Sanırım ben de ileride böyle yapacağım,” dediğinde Ella’nın karşılığı hazırdı. Önce buruk bir tebessüm etmeden duramadı elbette; böylelikle iyice eğilip baktı kızın yüzüne. “Bu saçların sana benden daha çok yakışacağına adım kadar eminim Sakari,” dedi ve ikisine birden veda ederek kapıdan ayrıldı.
Adam ile kız arkamızdan ikimize bakadururken, yanıma gelen ve benimle birlikte arabaya doğru yürüyen Ella’ya, “O kız kimdi?” diye merakla sorduğumda, “Az önce, geldiğim geleceğin görüp görebileceği en büyük robot mühendisini gördün,” diye bir cevap alınca bakışlarımı kıza doğru çevirmeden edemedim. Oysa Ella devam ediyordu anlatmaya: “Ayrıca bir zamanlar Ölümsüz Kelebek Projesi adı altında Saara’nın zihnini kozasından çıkarıp Android Saara’yı tek başına var eden o mucidi de görmüş oldun. Aynı zamanda geldiğim geleceğin en usta bilgisayar korsanını, hatta en uzun süreli dostum ve sırdaşım olan tek insanı… Bu türbin tasarımları onun –henüz çocukken iç savaşta bir ayağı ile kaybettiği ailesine adayıp– gerçekleştiremediği bir hayaliydi; çölleşmiş olan siberpunk bir evreni, teknolojiyi kullanarak verimli tarım arazileriyle dolmuş olan –tıpkı burası gibi– solarpunk bir evrene çevirmekti niyeti. Neyse ki yaklaşık 38 yaşına varınca, bizim orada anca Lofn sayesinde devrim olduktan sonra uygulamaya koyabildi bu hayalini. Muhtemelen şimdi oradaki yeni Netta’nın her yerinde yükseliyordur bu türbinler. İşte biz diğer evrenliler için, distopyadan ütopyaya geçiş böyle bir şey; geçmişte kalan tarafımız daima karanlık, ama geleceğimiz geç de olsa aydınlık… İnsanlık, evrimleşmediği müddetçe aynı hataları yaparak savaşmaya gebe; oysa Dokuzuncu Lofn değiştirdi her şeyi; tecavüzlerin, cinayetlerin, savaşların, ayrımcılığın ve kıtlığın olmadığı adil ve yeşil bir dünya için Lofn’un ve onun pasifist zihin devrimine ön ayak olanların eseri hepsi. Tıpkı Sakari’nin de o gelecekte bu evrimsel devrime dâhil olduğu gerçeği gibi…”
Bu konuda söyleyeceklerini bitiren Ella’nın, böyle kozmik karşılaşmalar yaşamasıyla ifadesinde beliren dalgın bir kırgınlığı vardı hep. Yine öyleydi ve diğer evrene ait hatıralarıyla baş başa kalınca aynı ifadesini takınarak önüme geçip yürüdüğü sırada olduğum yerde durdum, ama arkama dönüp bakmadan duramadım; olabildiğine ağır bir hareketle kapıda duran kıza el salladım, yolun açık olsun der gibi. Geleceğe el sallamıştım aslında, keza o da bana. O an, “Herhalde,” diye geçirmiştim içimden, “burada galaksi dışı cisim görmüş olsaydım, hiç kuşkum yok ki senin güzel zekânı gördüğüm kadar şaşırtmazdı beni.”
Gelgelelim, hangi birine şaşıracağımı bilemiyordum artık; mevzubahis kız ile yol üstünde tesadüfen karşılaşmamıza mı, yoksa diğer evrenin geleceğinde Android Saara’yı icat eden mucidin aslında ta kendisi olmasına mı? Yahut diğer evrendeki devrimin mimarlarından biri olmasına mı? Gerçi artık, aşırı tepkiler vermeyecek kadar normalleştiriyordum karşılaştığım her türden tesadüfi ve mucizevi tuhaflığı.
Direksiyona geçtiğimde Sónata’nın hâlâ uyuyor olduğunu görmem daha çok şaşırtmıştı beni. Sebebi hamilelikten başka bir şey değildi tabii; ama o da günün yirmi iki saati kedi gibi uyuyordu. İlaveten artık sadece tiril tiril elbiseler ve ipli sandaletler içinde upuzun bir boydan, kocaman bir göbekten oluşuyordu. Aslında ona kıyamıyordum ve onu da bu maceraya sürüklemiş olmamıza kızıyordum. Tekrardan yola koyulmadan önce Ella ile bu konuda ciddi bir konuşmaya girişecektim. “Senin hep burada kalacağını hissederek söylüyorum,” dedim. “Sevgilin doğum yapacakken ikinizin de benim –geri kalan bir yıllık– seyahatime ortak olmanız, doğru bir şey mi sence? Bence doğum gerçekleşmeden önce, ya adaya ya da Saara’nın evine dönmelisiniz.”
Buna karşılık tatmin edici bir karşılık vermedi. “Bakarız bir çaresine, hele bir gidelim de neler olacak görelim,” diyerek geçiştirdi. Uyuyan ve hiçbir şeyden haberi olmayan Sónata adına bu umursamazlığına fazlaca kızmış olduğumdan, gözlerimi devire devire çalıştırmıştım arabayı; kendimden başka birine kızdığım çok nadir bir durumdur oysaki. Ki zaten üç saat sonra; ta ki, sisli ve yüce dağların eteklerinden ilerleyene kadar ona haksızlık ettiğimin farkına varmayacaktım. Fark edince de yarasına tuz basmış olduğumu direksiyon başında yüzümü acıyla ekşiterek anlayacaktım. Her ihtimale karşı planları olduğu netti ve anlaşılan o ki, eğer diğer evrene götürülecek olursa aklındaki B planı kuvvetle muhtemel, Sónata ile bebeği buradaki bizlere emanet etmekti. Yani, göründüğü kadar umutlu değildi; kuşku ve korku içindeydi. Akıbetine dair hiçbir şey bilmiyor olması hoşuna gitmiyor, bu mevzulara erkenden girmek istemiyordu. Bunları düşünüp dururken, bizimle kalması için evrene yalvarıp yakarmayı düşündüğüm doğru. Ki vaziyetim büsbütün karamsarlaşınca öyle oldu; yalvarıp yakardım uslu uslu. Hem de, annemin mırıldandığı –ve ilahi geyiklerin kollayıcı gücünden bahseden– tüm efsunlu şaman duaları, gece olup kalacak bir pansiyon bulana kadar art arda okuyarak.
Neyse ki ertesi gün bir öncekine nazaran neşemiz yerindeydi. Şafak vakti keyifle direksiyona geçince, “Kemerlerinizi sıkıca bağlayın, zira birazdan yüksek hıza geçiyoruz!” diye arka koltuktakilere seslendim, ama Sónata’nın –hepimizi kahkahalara boğan karşılıklarından birinin– hedefi oluverdim. “Duyan da seni, antika bir AUDI Quattro Turbo değil de, son model bir uzay gemisi kullanıyorsun zanneder,” demesi, 80’li ve 90’lı yıllarda rallilerin yıldızı olan ve bizi yarı yolda bırakmayan emektar arabamız hakkında o gün boyunca devam eden esprileri başlatan bir cümle oluverdi. Aslında ne kadar trajikomik, arabanı ve onu sürmeyi seven sensin; bense arabalar yerine motosikletlere deliren biriyim ve hâlâ iflah olmaz bir motosiklet sürücüsünden ibaretim. Sen yanımdayken beceremediğim çoğu şeyi sen yokken becerebilmemi, sana olan –ve günbegün çoğalan– aşkım sağlıyor belli ki.
Her neyse… Ve böylece, sürüp giden gülüşmeler ve sohbetler ile yollara yayılan günleri ve kayan yıldızların eksik olmadığı geceleri üst üste devirmiştik. Yeter ki Sónata güzelce dinlensin diye her gece bir dağ pansiyonunda konaklıyor, gündüzleri ise büyük bir istikrarla rotamız doğrultusunda ilerliyorduk. Bagajımız ağzına kadar erzakla doluydu; bilhassa Sónata için yanımızdan, ne ilacı ne de vitamini eksik ediyorduk. Günler süresince bu şekilde devam etti bu erdemli yolculuk. Işıl ışıl bir gök kubbenin altında geleceğe doğru/gelecekten gelecek olanlara doğru süzülmek şairane hissettiriyordu az buçuk. Pırıl pırıl göllerin, gürül gürül nehirlerin, eğim eğim tepelerin, çam çam ormanların kıyısından ilerliyorken, zorluk ve yorgunluk nedir bilmeksizin sürdükçe sürüyordum, ta ki en sonunda oraya varana ve durana kadar; ta ki, koordinatların işaret ettiği o ormanı buluşma vaktinden yedi gün önce karşımızda görene kadar…
İşte o an, dördümüz birden arabadan indik ki zaten bundan sonrası yaya yoluydu; araç yolu yoktu. Arabanın önündeyken kafa kafaya verip ileriye baktığımızda anladık ki, yarı boyumuza varan eğrelti otlarından pek bir şey görünmediğinden doğru yolu bulmak bir hayli zorluydu. Üstelik dört bin yılı devirdiği ulu gövdeli sık ağaçlarından anlaşılan bu ormanın içi ve ötesi karanlıktı; hatta ulu kelimesinin hakkını verecek kadar da aşkındı. Yine de, olabildiğine serin ve dingin bir havası vardı. Eski zaman izcileri gibi tek dizimin üzerine çöktüm ve her yöne baktım; başımı önce sağa ve sola, sonra ormanın içine doğru uzattıkça uzattım. “Şu viran kule nerede acaba?” diye mırıldandığım sırada dibimdekinden karşılık geldi. “Öteki güller ile kastettiği her neyse onun yanında,” dedi Ella, “Böyle bir yerde buluşmak Lofn’un aklı olsa gerek, kime çektiyse artık,” diye ekleyip gözlerini tam üstüme devirerek devam etti: “her şeyi epik bir destana çevirmeyi çok sever aklını sevdiğim. Buranın kutsal bir yer olduğu çok açık.”
İki eliyle göbeğini tuta tuta gerinen Sónata’nın, “Bu kutsal yerde doğurup bebeği elinize verirsem, sakın ola dır dır etmeyin bana!” diye takılgan bir laf sokması ve Fenrir’i peşine takarak ormana ilk dalan yürekli olması, Ella ile benim en şapşal ifademizle onun arkasından bakakalmamıza sebep olmuştu. Ne var ki eğrelti otlarının arasında gözden kaybolduğu yerden, “Hadi, ne bekliyorsunuz? Eşyaları taşıyın! Onu da mı ben yapayım?” diye seslenmesi de, ikimizi birden harekete geçiren diğer laf sokması olmuştu.
Böylece akşam karanlığı üzerimize çökmeden belimize çöken çantaları sırtlandığımız gibi Sónata ve Fenrir önderliğinde ormanın yüreğine daldık. Bir dünya gıda erzakı ve kamp eşyasını da, arkamızdan gelen şarjlı bir çekçek yardımı ile taşıyorduk. Bir taraftan İflah olmaz kâşifler gibi yanından geçtiğimiz her ulu ağacı inceliyorduk, öte taraftan yabancı bir gezegene düşmüşler gibi ürkek gözlerle etrafımıza bakmadan edemiyorduk. Hâlbuki her şeyin olduğundan daha büyük göründüğü bu sahneye dıştan bakınca arka arkaya yürüyen dört cüce gibi görünüyorduk. Eğrelti otlarının sardığı ipince bir patika üzerinde ihtiyatla ilerlerken derinliklere doğru sürüklendikçe sürükleniyorduk. Velhasıl iki saat boyunca yürümüş olmamıza rağmen ne ötesini ne de patikanın bitişini görebiliyorduk. Ta ki, başımı bir anlığına yana çevirmem ile o göz alıcı parlaklık gözlerimde ışıldayana dek! “Öteki güller ile kastedilen bunlar olsa gerek, zira bunlar farklı!” dedim ve patika kenarında parlayan kadifemsi mavi gülleri işaret ettim. Onları görür görmez heyecanlı bir acelecilik sardı Ella’nın tüm çehresini, keza hepimize yansıttı bu hislerini. “Galiba yaklaşıyoruz!” diyerek atikçe önümüze geçmesi ve bizi de peşinden sürüklemesi ardından gördük ki, bir çizgi süreğenliğinde gitgide çoğalıyordu mavi güller; sanki yolu bize göstermek ister gibiydiler. Tabii bu sırada ağaçları haşır huşur konuşturan ve bizi koşturtan bir yağmur çiselemeye başladığından, çok zamanımızı almadı tablo gibi bir manzarayı tam karşımızda görmek ve gördüğümüz yerde büyülenmişçesine durup bir uçtan diğer uca kadar gözlerimizi gezdirmek. Âşık edecek kadar apaçık bir ferahlık, kendini yabana bırakmış bir zariflik diye betimlemem gerek. Önümüze aniden çıkıveren ve ormanın koynunda gizlenen çarşaf kadar pürüzsüz ve turkuaz bir gölün dibinde, kutlu bir vadinin ve pamuksu sislerin içinde kaybolarak göğe doğru yükseliyordu viran bir gözcü kulesi, hem de binlerce yıllık. Taştan gövdesine sarılmış; iri merdivenlerine yatmıştı mavi güllü bir sarmaşık. Bir yamaçtaydık ve öyle görünüyordu ki, hedefimize ulaşmıştık.
Manzara dolayısıyla sarhoş olan aklımızı topladığımız an göl kıyısına inince, saçlarımızı mısır püskülüne çeviren yağmurdan saklanmak için korunaklı bir ağacın altına çadırımızı kurduk, guruldayan midelerimiz için ocağı yakıp yemeği harladık. Aynı günün akşamında, yemekten ve Fenrir ile Sónata’nın çadıra girip uyumasından çok sonra ve hatta bir ara uyanıp, “Bebeğimize ne ad vereceğimizi rüyamda gördüm!” diye absürtçe seslense de o adı bize söylemeden tekrar uyumasından hemen sonra, ateş başında kendisi ile baş başa oturduğum sırada ilginç şeyler söyledi Ella. Kahvemizi yudumlarken birden, “Eğer gidecek olursam, bir daha asla senden af dileme şansım olmayabilir,” diye başladı o kafa karıştıran laflarına. “Diyeceklerim şimdi sana anlamsız gelecek biliyorum ama uzak bir gelecekte olur da birilerinden benim hakkımda kötü şeyler duyarsan affet beni. O siyah helikopteri ben kullanıyordum ve gri olanın sebep olduğu şeyi engellemek için elimden hiçbir şey gelmedi. Sivillere ateş açıyordu ve onu durdurmak için takip ettim, ama yanlış yaptığım bir manevra yüzünden beni düşürüverdi, saatler sonra dirilmem ve yanan enkazdan çıkmamla orada birinin ölmüş olduğunu gördüm, ne olur affet beni.”
Diğer evrendeki geçmişine dair vicdanen huzursuz oluşu yüzünden, ruhen kıvrandığı ifadesinden belliydi; içini bana dökmek istemiş, yarın bir gün onun hakkında kötü düşünmemi istememişti anlaşılan o ki. Yanına sokuldum ve destek oldum; az kalsın ağlayacakken tuttum onu. “Burada suçlu falan yok; bu nedenle, affedilecek biri de yok,” dedim saçlarını düzelterek. “Olması gereken neyse o olmuş demek ki. Bunu değiştiremeyiz; ama bundan dersimizi alıp bilgelikle yolumuza devam edebiliriz,” diye eklediğimde sarıldı bana, tıpkı Saara’ya sarılır gibi; tıpkı evlat gibi…
Ertesi gün uyanır uyanmaz, inci taneli kumu kıyısından görülecek kadar berrak duran gölün sularına kendimi bırakıp diğerleri uyanana kadar yüzdüm, Fenrir de katılmıştı bana. Kahvaltıdan sonra diğer ikisini de göle girmeye ikna etmemle bolca şamata ettiğimiz bir günü geride bıraktık. Gerçi, bütünüyle çırılçıplak olarak vücutlarını göl sularına bırakan Ella ile Sónata’nın yüzmekten çok, sıklıkla öpüşüp koklaştığını, oynaşıp seviştiğini ayrıca belirtmeden burayı geçemem; birbirine tutkuyla âşık iki tanrıçaya yakışırcasına ateşliydiler öylesi bir turkuazlığın içinde. Aşklarına her daim şahittim ben de. Her neyse… Akşama doğru Ella’yı yanıma alarak kuleyi keşfe çıktım. Oraya vardığımızda kulenin önünde, merdivenlerin başladığı yerde genişçe bir taş avlu görünce, “Olay burada cereyan edecek kesin,” dedi Ella boynunu bükerek. Kendini, boynu vurulacak bir kurban gibi gördüğünü içim cız ederek fark ettiğimden ne karşılık vereceğimi bilemedim; duymazdan gelircesine etrafı gezdim. Kule merdivenlerini sessizce çıktım, en üst basamakta durup bir süre manzarayı izledim ve sakince aşağı indim. Ve elbette kamp kurduğumuz ilk yedi günün, tıpkı o merdivenleri çıkıp inişim kadar çabuk geçtiğini hissettim. Sonuç olarak; ağustos sıcağında sepserin, ıpıssız ve hatta büsbüyük bir ormanda olmak, ruhumu dinlendiren bir akış olunca kendimi doğa ananın şifalı kollarına bırakıvermiştim. Her sabah erkenden uyanıp kahvaltı öncesi yüzmek; kahvaltı ertesi Fenrir ile ormanı keşfederken dağ çileği/yaban mersini toplamak, yanımızdan gelip geçen hayvanları seyre dalmak; öğleden sonra meditasyon yapmak; geceleri ateş başında şaraplı yahut kahveli sohbetleri uzatmak; Go oynamak; orman havasında aşırı doz oksijen alınca erkenden uyumak… Tüm bunlar ile koşar gibi geçmişti sayılı gün; ama beklenen o gün, bir anda karşıma çıkan bir duvar gibi yüzüme çarpıvermişti. Zira günün bir diğer anlamını biliyor ama bunu içime atmaktan öteye gidemiyordum.
Yedinci gün güzelce hazırlanıp süslendik. O beyaz hamile elbisesi ve ipli sandaletleri ile antik tanrıçaları andıran Sónata’ya nazaran biz; mavi kotlar, kahve botlar ve beyaz tişörtler içindeydik. Karanlık çökmeye yakın kendimizi hazır hissedince hep birlikte kuleye doğru yürüdük. Durum itibarıyla neşeli değil, gönülsüzdük. Ella’nın dediğine göre, akşam saatiyle tam 9.00’da geleceklerdi ki o gece Ay’ın dolunay evresiydi. Oraya varınca avludaki taştan oturaklara yerleşip, dolunayın tabak gibi görüldüğü vakitlerde Lofn ile Freya’nın gelişini beklemeye başladık.
Saati kontrol ederek merdivenlerin yukarısına doğru bakıyor, sabırsızca bekliyorduk ki olan oldu; orada sıra dışı bir etkileşim görür görmez dördümüzün de aynı anda ayağa kalkması ani ve telaşlı oldu. Önce belli belirsizdi, sonra birdenbire gürleyerek ortaya çıkıverdi. İşte yine o uzay-zaman geçidi; üçgen şekilli, mor huzmeli… Ortaya çıkar çıkmaz zemindeki bütün çakıl taşları yerçekimini yitirdi; hepsi birden bir süreliğine boşlukta asılı kaldıktan sonra da gerisin geri yere iniverdi. Nihayetinde bir evrenden diğerine, hatta gelecek ve geçmiş zamandan ötekine açılan o üçgen kapı belirmişti önümüzde; kaynağından yayılırken dalgalanan ve dört bir yanımızı aydınlatan ultraviyole ışıklarla buluşmuştu etrafındaki tüm yörünge. Galaksideki en mor nebulayı bize getirircesine; sanki mor füzyonlu senfonik titreşimler yayan, matematiksel olduğu kadar şiirsel olan üç açılı bir dize. Bu üçgeni gördüğümde, nedense yine zihnimde çaldı o eşsiz beste; es vermeyen notalarda kemanları ve kontrbasları coşturan, aralıklarla davullara ve zillere vurulan hem epik hem de synthesizerlı bir düzenleme…
Kapının açılması ile olan bitene şahit olurken, öyle adrenalin yüklü ve bir o kadar da kaygı doluyduk ki, yan yana dizilerek birbirimizin elini sıkıca tutuvermiştik; hatta benim sağ elim boşta kalınca o anki şapşallığımla Fenrir’in bir kulağını zarifçe yakalamıştım. Ve bir anda çıkageldi beklenenler; hem de bu defa ikisi birlikte dip dibe ve el ele; hem de bu defa çok daha fütüristik üniformalar ve maskeler içinde. Pozitif bir şekilde kendilerine güncelleme atmış kadar değişmiş ve yenilenmişlerdi. Kapüşonlu ve uzun ceketli birörnek üniformaları, hem simsiyah hem de deri görünümlü ve dik yakalıydı; gümüş ve altın maskeleri daha parlak ve son derece teknolojikti. Ne var ki ortaya çıktıkları an Lofn üçgenin sol önüne, Freya ise sağ önüne geçiverince, farklı bir durumun varlığını sezen Ella “neler oluyor?” der gibi mırıldanmaya başladığında, Sónata ile ben hem ona hem de diğer ikisine bakarak sorunu anlamaya çalıştık. Çok geçmeden gelenlerin yalnızca ikisi olmadığını görünce Ella’nın endişelerine biz de ortak olduk; âdeta gözlerimizi belertip ağzımızı ayırarak kapıya bakakalmışken oradan başka birinin geçtiğini görmemiz ile galiba şoke olduk. Gelen yeni kişinin kapüşonunu geçirmemiş olması, maskesiz olması ve tepesinde uçan –baş aşağı piramitlere benzeyen ve ayna gibi yansıyan– simsiyah bir drone olması dolayısıyla, aslında üç kat şoke olmuştuk. Kimdi bu kapıdan geçen ve geçtiği gibi merdivenlerden inerek bize doğru yürüyen? Kimdi bu üçüncü kişi ve neden onu takip eden bir drone ile aşağıya iniyordu diğer ikisi üst basamaklarda beklerken? Kimdi bu hepimizi ürperten ve tüylerimizi diken diken eden? Hiç bilmediğimiz birinin ansızın belirivermesi ile benim aklımdan geçenler bunlardı onun gelişini seyrederken. Keza yanımdaki dostlarımın da aklından benzer sorular geçmişti muhtemelen.
Ki onu ilk gördüğüm andaki gibi tarif edersem, 180’e yakın boyda ve otuzlu yaşların ortasındaydı. Geriye yapıştırılmış orta uzunluktaki düz saçları ve ten rengi öylesine beyazdı ki kesinlikle bir albino olmalıydı. Yüz hatları alımlı ve tatlı; gri renkli iri gözleri ise, sanki içinde galaksi yüzüyormuş gibi ışıl ışıldı. Eski dünya toplumlarında soylu diye anılan insanlar kadar hayranlık uyandırıcı bir havası vardı; ağırdı. Gözcü olarak yukarıdan, kule merdivenleri tepesinden bizi izleyen Lofn ve Freya ile aynı üniformayı giymiş olan başka bir kadındı bu. Taş avluya indiğinde iyice yaklaştı; ancak bizle arasında dört metrelik bir mesafe bırakarak durdu. Büyük ölçüde bir zarafet ve sükûnet ile tam karşımızda dikilerek sıramızın en başından itibaren dördümüzü de ayrı ayrı süzünce; bu sırada Sónata’ya ayrıcalıklı bir sevecenlikle bakınca; üzerine bir de Fenrir’i çağırıp tüylerini okşayınca, tüm bu olanlara daha fazla katlanamadı Ella. Gururla gerinerek, “Sen de kim oluyorsun be?” diye sormaktan kendini alamadı; sinirlenmiş olmalıydı ki biraz kabaydı.
Gizemli kadın ise kısacık bir göz teması, ufacık bir sırıtış ardından iki elini arkasında birleştirerek cevap verdi. Etkileyici bir ses tonuyla, “Şu an sadece bir elçi olarak burada bulunuyorum,” dedi –ki bundan sonra onu Elçi diye anacağım. Konuşmasını hiç kesmeyip devam etti ve bizi sevindirecek o haberi pat diye söyleyiverdi. “Lofn ile Freya’nın bu zamanda pek konuşmak istemediğini biliyorsun. Demem o ki, Fenrir ile sana, zaten buraya ve bu zamana ait olduğunuzu bildirmek ve hepinize durumu izah etmek üzere gelen bir anlatıcıyım, hepsi bu.”
Ella’nın gözleri ilk andan beri, sanki rakibiymiş gibi bu kadının üzerinde olmasa; ortam bu denli gereksiz bir vaziyette gerilimli ve ciddi olmasa, iyi haberi duyan ve sevincinden olduğu yerde sallanan Sónata, Fenrir ve ben çoktan havalara zıplamış olurduk herhalde. Gel gör ki Sónata duramadı yerinde, “Bak, bizimle kalıyormuşsun işte!” diyerek Ella’yı çekti kendine; yüzünü sevmek istemişti bir süre. Ama Ella’nın zihni yoğundu; karmakarışık ve doluydu; hayli sersemlediği anlaşılan o yüzü halen Sónata’nın iki eli arasında dururken, Elçi’ye doğru bakışlarını kaydırdı ve sordu. “Zaten buraya ve bu zamana aitsiniz demekle ne kastediyorsun sen?”
Oysa Elçi ona karşı sabrını korumakta gayet iyiydi. “Öncelikle merhaba Ella, yoksa Elisa veya Mila ismini mi tercih edersin?” diye sorduğunda, cevabı anında yapıştırdı Ella. “Ella kâfi, üstü kalsın!” dedi.
Elçi ise hafifçe sırıtarak, “Ben de öyle düşünmüştüm,” diye karşılık verdi ona; sonra da Sónata ile bana döndü. İç ısıtan bir tebessümle gözlerimize bakarken, “Size de merhaba Sevgili Veera ve Sónata,” diye selam vermesi ve ikimizden minnet dolu bir tebessüm alması ardından geriye doğru birkaç adım attı; çünkü dördümüzü de kilitleyecek olan o holografik anlatımına başlayacaktı.
Meğer tepesinde uçarak gezen ve onu takip eden drone’un bir amacı varmış, çok geçmeden anladık bunu. Drone tepemizde yükseldi ve Elçi dâhil beşimizi de içine alacak kadar engin bir holografik simülasyonu üstümüze yansıttı; kocaman bir dişbudak ağacıydı bu. “Hayat Ağacı’nı bildiğinizi varsayıyorum,” diye anlatmaya başladı Elçi, hem de görüntünün içinde yavaşça yürüyüp etrafımızda dönerek. “Var olmuş olan tüm evrenleri dallarında taşıyan; yaşayan tüm hayatların kaynağı olan o ağaç işte bu. Kadim kuzgun Muninn’in görü yetisi ile paralel evrenler ve zaman kavramına buradan bakabiliriz, ayrıca hem geçmişi hem şimdiyi hem de geleceği aynı anda bu ağaçta görebiliriz. Şunu görüyor musunuz?” diye uzayıp giden ve ucu bucağı görünmeyen bir ağaç dalını parmağı ile işaret ettiğinde başımızı oraya çevirdik. Parmağını sallayarak devam etti: “İşte bu, şu an bulunduğumuz evren ve zaman çizgisi… Ella bu evrene ayak bastığından dolayı böyle uzun ve sonsuz; neticede, en engin ve en derin yazgı paradoksu burada gerçekleşti,” diye tam devam ediyordu ki mırıldanmış bulundum. “Dallanan evren hipotezi!” dediğimde bana döndü Elçi, “Evet, biraz benziyor Sevgili Veera, ama bizimki daha çok, zamansal nedensellikler üzerine kadersel bir durum,” diyerek tekrar devam etti: “Yani, ille de olması gerekenin ve beklenenin, birbirlerini tetikleyen olaylarla kendiliğinden olmuş olması. Bu sebeple Ella‘nın ait olduğu yer burası; bu sebeple şimdi ve sonrasında burada bulunmalı. Nasıl ki Lofn ile Freya’nın ta başından beri, Ella’yı geri götürmek gibi bir hakkı olmadıysa, Ella’nın da nerede olmak isterse orada olmak hakkıydı. Ve burada aşkı bulmuş olması, yazgısına yazılmış en mühim satırdı; tüm evreni etkileyecek olandı. Her şey, herkes, örüntülerimiz, yanlışlarımız/doğrularımız, sezgilerimizle yön verdiğimiz olaylar/hayatlar… Bunların hepsi birbirine öyle bir bağlanmış ki kopup ayrılamıyor, kopup ayrılsa da yeniden buluşuyor ve her defasında iç içe örülerek daha sıkı ve sağlam bir iplik gibi dokunuyor. Kendi kuyruğunu yiyip kendini yok eden ama daha güçlü doğan çok eski bir kehanetin güncellenmiş tezahürü gibi. Demem o ki, Ella’nın diğer evrendeki hayatından sonra burada yapacağı, yardım edip faydasının dokunacağı çok fazla şey olacak; varoluş amacını oluşturan asıl görevler burada çünkü,” diye kendini kaptırmış vaziyette anlatırken araya girip bunu bozan tabii ki Ella oldu. İşte o dakika gördük onun nasıl da başat bir karakter olduğunu.
Alaycı bir tonda, “Hmm, demek öyle,” diye lafa girdi Ella. “Bak bebeğim, potansiyeli olan herhangi birine gelecekte bir kahraman olacaksın dediğinde, gelecekte bir kahraman olacağına gerçekten inanırsa bir kahraman gibi davranmaya başlayacaktır ki zaten eninde sonunda gerçekten bir kahramana dönüşecektir. Bizim uyanık köyde bu yönteme zihne tohum ekme deniyor –ki hiç hazzetmem. Demem o ki, ne yapmaya çalışıyorsun?”
Lofn ile Freya olanları yukarıdan gözlemlerken ve aşağıdaki bizler ise Hayat Ağacı’nın bir hologramı içindeyken, Ella ile Elçi’nin restleşmeleri arasında kalınca hangisine bakacağımı şaşırmıştım. Yanımdaki Fenrir’in aşırı dinginliği ile ters orantılı biçimde tedirgin hissediyordum. Keza Sónata da benim gibi hissediyor olmalıydı; dibime sokulacak kadar tırsmıştı zavallı.
Elçi öyle medeni biriydi ki, münakaşadan kaçtığı belliydi; kendisine diklenen Ella’dan bakışlarını kaçırarak cevap verdi. “Bu bahsettiğin şey, psikolojide Beklenti Etkisi olarak geçer, hâlbuki benim o türden bir amacım olması mümkün değil; çünkü retorik biri değilim,” dedi etrafımızda ağır ağır gezinerek, “Neticede hepsi gelecekte yaşandı; söylediğim her şey, asla silinemez bir kader çizgisinde olup bitenler…”
Karşılık vermekte gecikmedi Ella; hatta lafını kesti. “Olup bitenler neyse ilgilenmiyorum! Çünkü gelecek planım eskisine nazaran huzur dolu; önce dostum Veera’ya yardım etmek, sonra da kardeşim, sevdiğim kadın, yakında doğacak bebeğim ile belasız bir düzende kuzeydeki adada yaşamak ve hayvanları kurtarmak, hepsi bu. İşte gelecek planım bu! Hangi amaca hizmet ederse etsin, ne kadar iyi niyetli olursa olsun, bir lonca daha kurmayacağım, bir daha asla! Bizim kabile siyasete girince ya ortalık yıkılıyor ya da savaş çıkıyor. Eğer loncacılığı kastediyorsan yanılıyorsun bebeğim!”
“Öyle bir şeyi de nereden çıkardın?” dedi Elçi gülümseyerek, “Gelecek planlarının aksini söylemiyorum ki, aynen senin dediğin gibi olacak zaten,” diye devam ederken, birden suratı asılan Ella çıkardı ağzındaki baklayı; meğer başından beri kafasına taktığı buymuş. Öfkeyle kaşlarını çatarak, “Üzerindeki kıyafetlerden!” diye haykırdı; hatta Lofn ile Freya’yı işaret ederek ekledi. “Üçünüzün de üzerine giydiği kıyafetlerden! Bunlar, benim tasarlayıp resmetmiş olduğum ama herkesten saklamış olduğum yeni dünya üniformasının aynısı!”
Öyle görünüyordu ki, hiç bilmediğimiz kişisel bir meselenin ortasına düşmüştük. İkisi arasında seyirci kalmaktan başka çaresi olmayan bizlerin kafası, ne diyeceğini bir an evvel duymak istercesine Elçi’ye çevrildi; üstüne üstlük –şu bahsi geçen– üzerindeki üniformayı kaçamak bakışlarımızla süzmekten geri kalmıyorduk. Deri görünümlü, apoletli ve dik yakalı uzun ceketteki kabartmalarda motifler vardı; illüzyon üçgeni, 16 harfli kutsal runik alfabe ve dişbudak yaprakları gibi… Ne de olsa 16 rakamı, 9 kadar önemliydi.
Bu sırada, “Pekâlâ o hâlde anlatayım, ne de olsa hiçbir olasılıkta bundan kaçış yok!” dedi Elçi hayli sakin bir kâhin edasına bürünerek. Öyle bir anlatacaktı ki, etrafımızda daireler çizecek kadar hikâyenin içine girecekti. Ve anlattığı hikâye o kadar kıymetli hissettirecekti ki, Ella dâhil hepimiz yutkunamayacak kadar kesintisiz bir dikkatle onu dinleyecektik. Hâlbuki dördümüz arasında Fenrir en sakin olanımızken, Sónata’nın Ostara oluşunun tescillendiği o saniye, Sónata’nın dudakları arasından, “Yok, daha neler!” diye kendine özgü bir mırıldanma dışarı bırakacaktı kendini. Ella’nın yüzündeki sertlik ise giderek yumuşayacak, ağlamaklı bir ifade alacaktı yerini. Bana gelirsek, adımın geçtiği bazı kısımlara hiç akıl sır erdiremediğimden, gelecekte başıma gelecekleri susarak kabullenmekten ileri gidemeyecektim tabii ki.
“Her şeyi anlatacağım, ama olabildiğine sade cümlelere indirgeyerek ve bazı ayrıntıları es geçerek,” diye başladı Elçi; olayların merkezindeki Ella’ya hitabendi tüm cümleleri. “Bebek, tamı tamına bir ay iki gün sonra doğar doğmaz Veera ile yollarınız elde olmaksızın ayrılacak; çünkü artık sen zorunlu olarak Sónata ve bebek ile kendi hayatına gideceksin, o da kendininkine. O aşamadan sonra birbirinizle ne yüz yüze geleceksiniz ne de sözlü iletişim kuracaksınız. Sónata ile sen, şu anki seyahat boyunca Veera’yı tanıyan tüm insanların onu unuttuğuna şahit olurken, siz onu hiçbir zaman unutmayacaksınız ama Veera sizi ister istemez unutacak, ta ki 2042 yılının sonuna kadar. O aralıkta geçip giden yıllar süresince senin hayatında olanlar ise aynen planladığın gibi olacak; sevdiğin kadın, evladın ve kardeşin ile adada yaşayacaksın; Saara, Milena ve diğerleri ile sık sık görüşeceksin. Sevdiğin kadının soyadını alman ile Ella Paavola diye bilineceksin. Adadaki yaşamın sandığından da iyi olacak. Ada halkı, yardım ettiğin balinalar, ayılar ve diğer hayvanlar sebebiyle kapına hediyeler bırakacak kadar sevecek seni. Buzul denizlere baştan aşağı dövmeli vücudunla çırılçıplak girebildiğine ve soğuğa hükmedebildiğine hayret ederken tapacaklar sana, hem de tek tanrıçaları gibi. Bu arada sen de ailene tapacaksın pek tabii. Sónata’dan doğacak bebeğin interseks olduğundan, ikiniz birlikte onu hiçbir cinsiyet kalıbına sokmaksızın en iyi şekilde yetiştireceksiniz. Oysa evladınız büyüyüp belli bir yaşa geldiğinde, kendisine kızım diye hitap etmenizi isteyecek; nitekim öyle hissedip kendi yönelimini kendi keşfedecek. Zamanla kızınızın farklı olduğunu anlayacaksınız; bir takım özel yetenekleri belirince bunu fark edeceksiniz ama bunu asla bir sorun gibi görmeyeceksiniz; bir hediye olarak kabul edeceksiniz. Neticede, bir tarafta Güneş gibi olan Ostara, diğer tarafta Ay gibi yanında duran Huldra’dan, yani aslında iki tanrıçadan var olan bir çocuk olduğunu bileceksiniz. İlaveten, siz de herkes gibi yıllar geçtikçe yaşlandığınızdan, Sónata ile birlikte 60 yaşlarına geldiğiniz o vakit, gençleşme kapsülü hakkınızı kullanıp otuz yıl geriye gitmişçesine gençleşeceksiniz. Veera’ya gelirsek,” dediğinde bana göz kırptı Elçi, ama halen Ella’ya hitap ederek anlatıyordu hikâyesini; ben de ne diyecek diye iple çekerek ona bakıyordum; olaylar âdeta, beni de içine dâhil ederek sarpa sarıyor gibi görünüyordu.
“2042 yılının kasım ayında Veera’nın bir mektup alıp çok üzüleceğini önceden bildiğinden ve artık aranızdaki engellerin kalktığını da önceden bildiğinden, tüm aileni yanına alarak Ursa’ya gideceksin ve Veera’nın mektubu okuduğu aynı gün ailenle birlikte kapısını çalacaksın. O an; onca yıl sizi unutmuş olan Veera, kapıyı açınca karşısında senin ve Sónata’nın yüzünü gördüğü o an, hem ikinizi hem de bu seyahatte vuku bulmuş olan her şeyi bir bir hatırlamaya başlayacak. Böylelikle Veera’nın, tüm yaşananları idrak etmiş olmasını sağlayarak aslında ona yardım etmiş olacaksın, hem de Fenrir’den diğerlerine kadar bütün ailenle birlikte. Dostluğunuz, hikâye bitti denilen yerden yeniden başlamış olacak. Hatta onca yıldır kayıp olan seyahatname de bulunmuş olduğundan, bulan kişi tarafından sesli olarak okunacak; siz de verandadaki masada onu tebessümle dinleyeceksiniz. Dediğim gibi; her hâlükârda olacak olan buydu Ella. Zaman çizgilerinin ve paradoksların en tuhaf olanı, hiç şüphesiz ki bu; nitekim bir kehaneti meydana getirdiğinden, en derin yazgı paradoksu birazdan diyeceklerim,” der demez duraksadı Elçi ve Ella’ya doğru bir adım atıp öyle devam etti: “Kapalı zaman eğrisine göre aslında sen, hep bu seyahatte var oldun. Yollarınız ayrılsa da Veera’nın en pervasız iç sesi oldun. Onun bilinçaltına işlediğinden bilmeyerek de olsa ona ilham oldun. Izdırap doluyken içinde yaşattığı o anti-kahraman sen oldun. Gerek cesur kararlar alması gerektiğinde, gerekse başka yolculuklara çıkıp orada bir silaha uzanması ve bir kadını kurtarması gerektiğinde. Bunu bilen ve en alt katmanındaki derinliğe gizleyen tek kişi de, sadece Muninn’di elbette. Ne Lofn’un ne de Freya’nın bundan haberi vardı; ta ki devrim olup bittikten, seni bu boyuta ve zamana bırakıp gittikten hemen sonra Veera’yı –ve birini daha– görme niyetiyle 2042 yılı kasım ayına ve Ursa’ya zamanda ileriye zıplamaları sonucunda, seni verandadaki masada ailenle ve diğer herkesle görene dek! İşte orada ve o zamanda, Lofn ile Freya sana sorunca kızın girdi araya, şu an yaptığımız bu konuşmayı geçmişte hâli hazırda yaptığımızı söyledi onlara. Senin de bunu önceden biliyor olmana şaşırdılar ama sorgulamadılar, çünkü kızının bütün yeteneklerini fark ettiklerinde yazgı paradoksunu o an kavramış oldular. Herkesin, doğru yer ve zaman çizgisinde buluştuğunu anladılar. Nihayetinde, ekipteki eksik parça kızın ile tamamlanmıştı; tıpkı Muninn gibi geçmişi, şimdiyi ve geleceği görebilen, istediği zaman çizgisinde istediği yerde olabilen, ama onun aksine nadiren kuzguna dönüşmeyi tercih eden kızın ile… Lofn ve Freya ile birlikte Netta’yı ve tüm evrenleri eşitleyerek bir sonraki adıma; yani adına Aşkınlık Çağı dediğimiz üst seviyelere herkesi yükseltecek olan kızın ile… Bu üniformayı da kızına sen verdin, çünkü onu bunun için yetiştiren sensin!”
Elçi’nin son cümleleri ile her şey çok hızlı olupbitti; ama ortalığı curcunaya çevirmeden bitmedi. Elçi anlatımını bitirir bitirmez başlayan har gür bir telaşın içinde kendimi bulunca her şeyi aynı anda idrak etmekte öyle güçlük çektim ki, başıma aniden migren gibi bir ağrı girdi. Çünkü o an, Ella’da bir duygu patlaması oluverdi; sendeleyip geri geri adımlar atarak ve başını iki yana hızlı hızlı sallayarak, “Sen, sen, sen!” diye kekeliyor ve durmuyordu. “Yoksa sen!” diye devam eden yarım yamalak sayıklamalar sıralıyordu. Otokontrolünü büsbütün yitirmiş gibi görünüyordu. Onun bu anlaşılmaz sözlerini, Sónata’nın bir ona bir de Elçi’ye bakıp durarak, “Nasıl yani? Nedir ima ettiğin? Bu, olabilir mi?” diye tekrar eden titrek mırıldanmaları takip etti. Bu esnada Fenrir de havlamaya başlayıp onlara katılınca, ortalık resmen üçünün sesinin birbirine karıştığı katlanılmaz bir curcunaya evrildi. Bunlar olurken, Elçi ile ben öylece durup izliyorduk ve ben hangi birini zapt edeceğimi bilemez vaziyetimle çaresizce dikiliyordum ki, o sonsuz fizik denklemi ve diğer tüm bağlantılar zihnimde patlayınca gözlerimin fal taşı gibi açılmasıyla örüntüyü çözerken buldum kendimi. Bir filmin, her şeyi değiştiren dönüm noktasını izleyicilerin yüzüne tokat gibi indiren ağır çekim bir sahnedeydim sanki. Önce yukarıdaki basamakta dururken beni sükûnetle izleyen Lofn’a çevirdim gözlerimi; ardından da yanı başımda dururken Ella ile Sónata’yı sükûnetle izleyen Elçi’ye kaydırdım aynı bakışın asılı kaldığı o gözleri. Hassasiyetim öylesine nüksetti ki, vaktiyle görmezden geldiklerimi görür olmuştum; rahmimin yaratıcılık gücü hakkında imalar eden Kâhin’i. Nitekim böylesi bir durumu ancak bir anne içgüdüsel olarak önceden sezebilirdi; ancak bir anne Ella ile Sónata’nın neler hissettiğini anlayabilirdi. Yaşadığım her şey tek tek zihnimden geçip gitmiş, düğümler çözülüvermişti.
Derken o an dikkatim farklı yöne kaydı; olacakları kulağıma fısıldayan bir ses, hamile olan Sónata’yı düşmeden önce yakalamam gerektiğini söyleyince fırladım. İyi ki de koştuğum gibi tutmuştum onu; vaktinde yetişmesem az kalsın yere yığılacaktı. İyi ki de tutmuştum onu; çünkü nasıl başardıysa kendine geldi ve yaptı yapacağını. Hem de, Ella’yı yakasından çeke çeke sarsarak kendine getirdikten ve böylece Fenrir’i de otomatikman sakinleştirdikten sonra… İki elini karnındaki bebeği üzerine koyan ve Elçi’den gözlerini ayırmayan Sónata, “Adın ne senin?” diye sordu ona, “Gerçekte kim olduğunu söyle bize lütfen!”
Biz bunlarla meşgulken, Lofn ile Freya yavaş adımlarla taş avluya indiler ama geride durmakla yetindiler. Onlar da bizim gibi Elçi’nin konuşmasını bekliyorlardı; nasıl olsa biliyorlardı ama belli ki daha yakından gözlemlemek istiyorlardı. Sanki bu filmin senaristi bendim; ama yönetmeni Lofn’dan başka biri olamaz gibi.
Kimseden çıt çıkmıyordu; hepimiz, sabırsızca ve yalnızca Elçi’nin iki dudağından çıkacak sözcükleri bekliyorduk ki beklediğimize değdi, Sónata’ya cevap verdi. “Luna-Ninn Paavola, geçen gün rüyanda gördüğün ad ile aynı,” dedi Elçi –ki bundan sonra onu Luna diye anacağım. Luna’nın konuşması bitmemişti henüz; şöyle devam etti: “Tıpkı bir ay iki gün sonra, yani dokuzuncu ayın dokuzuncu gününde bebeğini kucağına aldığında ona sesleneceğin gibi… Evet, doğru duydun, Luna-Ninn benim adım, zira ay kadar beyaz bir tenle doğacağım,” diye ekledi.
Gülümseyiş ile ağlayış arasında pek bir fark göremem; ipince bir düzlemde birleştiğini düşünürüm hep. Velhasıl Ella ile Sónata’nın gülümseyişleri ile ağlayışları birbirine karışmışken, ikisine doğru yürüdü Luna; ikisine birden iyice sokuldu. Hâl böyle olunca üçü bir, başlarını birbirlerine dayayarak öylece kalakaldılar bir süre. O an Luna’ya bir şeyler söyledi Ella: “Ama o, kendini sende güncellemiş; bütün yeteneklerini sana bahşetmiş ve bu güç, çok ama çok ağır bir yük!”
Ona şöyle karşılık verdi Luna: “İnan bana, taşıyamayacağım kadar ağır değil. İnan bana, gayet iyiyim; yıldızların ötesini ve galaksilerin hepsini görebiliyorum. 2051 yılındaki Netta’dan geliyorum ve o zamana değin çok şey başardık,” dedi ikisine sarılarak, “çünkü ikiniz de yanımdasınız, tıpkı diğer annelerin kızları ile gururlanarak her koşulda yanında olduğu gibi.”
Neyse ki Ella ile ben, bu sahnelerin provasını aylar önce yaptığımızdan dirayetli bir duruşa sahiptik. Bir benzerini Saara ve Milena ile önceden yaşamasak nispeten dağılabilirdik. Her neyse… Üçünü orada, kendi aralarında konuşurlarken bırakmamın uygun olacağını düşünerek beni ilgilendiren diğer kişilere, geride bekleyen Lofn ile Freya’ya doğru yürüyüp onlardan uzaklaştım. İşin aslı, o ana dek sadece düşüncelerimde sakladığım ve hiç yazmadığım bazı şeyleri nihayet dışarı vurup cesaretle yüzleşmek üzere aldığım bir hızdı bu. Yine de itiraf etmeliyim, ayaklarım geri geri gidiyordu; ikisini yan yana dururken karşıdan izlemek, sanki bitmesini istemediğim uzun ama manzaralı bir yoldu. Yanlarına vardığımda ise kendi aramızda bir üçgen oluşturuyorduk; 60 derecelik iç açılardaki çekim enerjisi kuvvetli bir üçgen… İki metre mesafe bırakarak karşılarına dikilmiştim; gümüş maskeli Lofn karşı solumda, altın maskeli Freya karşı sağımdaydı. İkisini de baştan aşağı süze süze bir süre inceledikten sonra birdenbire konuşuverdim; içimde tuttuğum duamı resmen yüzlerine söylemek içindi bu sözlerim. “Geçmişinizden çıkardığım ortak yazgımızın sonucuna göre; daha çok sevmek ve efsane olmak için öncelikle kaybetmek ve hasret çekmek gerekli… Mademki kelimelerim büyü gibi; önünüzdeki gelecekte birbirinizi bir daha asla kaybetmemeniz için birbirinize mühürlüyorum ikinizi! Binlerce yıllık hasretiniz ve aşkınızla yaşarken, ne ağlatın ne de hayal kırıklığına uğratın birbirinizi! İşte bu dileklerim, büyü gibi sarsın zihninizi ve kalbinizi! Çünkü hayatıma girdiğiniz günden beri, inancım oldu ikinizin aşkı, merbutiyeti ve efsanesi, hem de sonsuzluğa uzanan bir umut gibi!”
Bunları işitince nedense, dallarını eğen ağaçlar kadar eğdiler başlarını öne; belki geçmişlerine dair hüzündendi, belki yüzlerini gizledikleri için mahcubiyetten… Ancak Freya’nın konuşmak ister gibi bir hâli olduğunu kıvranmasından anlayınca bakışlarımı ona kaydırıp, “Geçen yaz sahilde benimle buluşan gizemli kadının sen olduğunu, harabelerde seni gördüğüm ilk andan beri biliyorum Sevgili Freya!” dedim, “Masken çoktan düştü, bu sebeple hiç gerek yok gerçek yüzünü benden gizlemene. Hem artık ben de, senin orada konuştuğun aynı kadın değilim; geçen yaza oranla çok ama çok değiştim, bu böyle biline.”
Freya yüzünü görme isteğime direnmedi bile; bunu dememi bekliyormuş gibi hareket etti. Tereddüt dahi etmeden ilk olarak kapüşonunu sıyırmasıyla kahverengi saçları çıktı ortaya; ardından altın maskesine dokunmasıyla bir paravan gibi açıldığında, o güzelim yüzü belirdi tam karşımda. Yüz yüze geldiğimizde, masmavi gözleriyle bana bakarak gülümsemesi ona yetmedi; kendinden emin bir ifadeyle ekledi: “Bu, benim gerçek yüzüm ise ve benim adım Freya ise –ki çok gerçeğim ve gerçek olduğum kadar dürüst olacağım– geçmişi hiçbir şekilde değiştiremeyeceğimi biliyorum, ama gelecekte yapacaklarımla ne Lofn’u ne de seni yüzüstü bırakıp hayal kırıklığına uğratacağımı hiç sanmıyorum! İşte bu da, benden sana söz olsun Sevgili Veera,” dedi.
Gözlerimin içinde öyle bir parladı ki Freya’nın bu sözleri, Lofn ondan geri kalmak istemedi; maskesinin ardından çıkan boğuk bir sesle direkt bana seslendi: “Benim birçok adım var ve hepsi üzerine benden de sana söz olsun! Ne de olsa, daima sözlerini tutan senin öteki parçan, en iyi yansıman ben olacağım!” dediği an kapüşonunu sıyırınca kuzguni saçları çıktı ortaya; sonrasında gümüş maskesine dokunduğu gibi tüm yüzünü açtığında…
Hayır Eeva! Hayır sevgilim! O yarım kalan cümleye değin akışı ve sürprizleri bozmamak adına ne gerekiyorsa yaptım ama bunu yapmayacağım! Üst paragraftaki cümlenin devamını, yani o sahnede neler yaşandığını ve o anki duygu patlamalarını asla yazmayacağım! Çünkü bunu şimdi yapamam! Çünkü bunu, seninle daima bir bütün gibi hissediyor olmama rağmen, şu an için tepetaklak, yarım yamalak ve hâlâ sen yokken yazamam! Çünkü bunu, ancak ve ancak her şey bitip yeniden başladığında, ancak ve ancak seyahatnamemi sen bulup bana okuduğunda, ancak ve ancak sen bana neler olduğunu sorduğunda; ancak ve ancak gözlerine bakakaldığım o dakika, bizzat ben anlatacağım sana.
Son dakikada hep, bakakalıp iki kelime edemeyişim kadar tutuk tüm veda edişler. Saat 9.00’da büyük bir gösterişle geldikleri o geceyi takiben, sönük bir veda ile şafak sökerken bizden ayrılıp gittiler. Üçünün de gözleri arkalarındayken, mavi güllerle süslü kule merdivenlerinden yavaş yavaş çıkmaları ardından ise, girip kayboldular üçgenin içinde. Ve havada asılı duran o mor üçgen, bir kapı gibi aniden kapanıverdi üzerlerine; hem de, her şeyi aydınlatan üç ışığı, geleceğe doğru götürmesiyle.
Onlar gittikten sonra Ella’nın bize açıkladığına göre; tanrıçaların diğer evrenlerde benim veya senin gibi türevsel yansımaları yokmuş; her biri eşsiz olacak kadar tek yaratılmış; bu yüzden, kendi yansımaları ile karşılaşma olasılıkları olmaksızın evrenler arasında diledikleri gibi yolculuk edebiliyorlar ve istedikleri birinde yaşayabiliyorlarmış. Keza buna Ella da dâhil; neyse ki tek yaratılmış; eğer ki burada bir yansıması olsaymış, asla bizim tarafa geçemezmiş. Yani, kuantum dolanıklıklara sebebiyet vermemek için Muninn’in koyduğu değişmez kuraldan anladığıma göre; tıpkı sen gibi tüm evrenlerde bir yansıması olan ben, ola ki başka bir evrene yolculuk edeceksem, orada ya hiç var olmamış olmam ya da ölmüş olmam gerekiyor; keza bu, senin için de geçerli. Bilmem anlatabildim mi?
Ayrıca gitmeden hemen önce Luna’nın anlattığına göre; Lofn ile Freya, Ella’nın dilini küfür edemesin diye hiç mühürlememiş; küfür edemeyişi başlı başına bir plasebo etkisiymiş; böylelikle tıpkı bir Nettalı gibi küfürsüz konuşmaya benim yanımdayken alışıvermiş. İşte bu, çok güldürdü beni. İlaveten, Luna’nın piramit drone’u, sadece bir drone değil, pek çok iş başaran yapay zekâlı bir robotmuş ve onu gelecekte icat eden kişi de, yol üstündeki çiftlikte rastladığımız Sakari’den başkası değilmiş. Meğer hepsinin yolu Netta’nın geleceğinde kesişivermiş. İşte bu da, gözlerimi dolduran detaylardan biriydi.
Lofn, Freya ve Luna’nın gittiği aynı günün akşamı, göl kıyısında ama kampın ücrasında kendimle baş başaydım. Meditasyon yapıyor gibi bağdaş kurarak oturmuştum; ancak o dakikalarda, vadi üzerinde batan güneşe yüzüm dönük vaziyetimle mehtabı izlerken zihnimi dinlendiriyordum. Saatlerdir köşe bucak kaçtığım Ella çıkageldi bir anda; elleri de bir şeyler gizliyormuş gibi arkasında. “Aslında dündü biliyoruz ama Sónata elinden gelenin en iyisini ancak bugün yapabildi,” dediğinde arkasına gizlediği o minik pastayı ortaya çıkarıverdi; bana doğru tutarak, “Fenrir ile ben orman meyveleri topladık, Sónata da hünerlerini konuşturdu. Ne dersin, mis gibi birer kahve ile bunu mideye gömelim mi?” diye sordu.
Senin için yapmışlardı o enfes pastayı! Köze dönmüş gibi kızarıp konuşamayacak kadar duygulandığımdan ancak başımla onaylayabildim. Ella ise içimin yandığını hemen anlayıp elinde pasta ile yanıma oturdu ve beni neşelendirmek için elinden geleni yaptı; başarılı da oldu; melankolime son noktayı koyan sahne zannedersem bu oldu.
“Gerek edebi, gerekse öteki mevzular olsun, kadınların güya kurtarıcı olan erkekleri doğurması üzerine yazılmış olan her şeye, oldum olası sinir olmuşumdur; bunların hepsinin, kadını sadece rahmiyle var ederek silikleştiren ve güçsüz gösteren, erili de gereksizce yücelten dayatmalar olduğunu düşünmüşümdür hep. Şükürler olsun ki bizdeki güçlü kurtarıcıların hepsi kadın! Ama galiba, onları var eden kadınların da güçlü birer kurtarıcı olması, en güzel tarafı,” dediğinde, ona yan yan bakıp gözlerimi kırpıştırdığımı görünce şöyle devam etti: “Üzgünüm ama bunu içimde tutamazdım; vaktiyle distopyanın beterini yaşamış ve erkek egemen toplumlardan usanmış ateşli bir feminist olarak bunu söylemek zorundaydım. Hem, yerinde yapılan azamete bayılırım. Bak şimdi sana ne anlatacağım, genç yaşlarım falandı; bir barda oturuyordum, sonra adamın biri yanındaki kadına maçoluk yapınca kafasına şey fırlattım: Pasta! Evet, kocaman bir pasta fırlattım!” diye anlatırken nedense fırlattığı şeyin pasta olduğuna inanasım gelmeyince ikna çabalarıyla güldürdükçe güldürdü beni. Ve ikimizin orada, göl kıyısında oturduğu o sahne, sanki kendi yol filmimizin bitiş jeneriği gibiydi; müziğin sesi hafif hafif yükselirken, yavaş yavaş çıkıyorduk ekran çerçevesinden.
Şimdilik hoşça kal Eeva; en yalın ve en net paragrafı bırakıyorum sana; her neredeysen hep beni ve daima seni sevdiğimi hatırla; çünkü ben, milyonlarca boyutta seni seviyorum yalnızca; hem de, her yansımamla… Unutma ki biz hep güzeldik; unutma ki hâlâ güzeliz; ama şunu da unutma ki, gelecekte bir gün parçalanan ama bir araya gelen tüm yansımalarımızla bir efsaneyi gerçek kıldığımızda, çok daha güzel olacağız. Bu kelimelerimin her birini, altını çizmiş kadar unutma ki, ne araya giren mesafeler ne de başka kimseler engelleyebilir bizi. Ne de olsa hepsi, çok önceden gerçekleşti; geçmiş, şimdi ve gelecekte her daim içinde olduğun gibi. Ve ne olursa olsun, ne yaşanırsa yaşansın sevmekten hiçbir zaman vazgeçmediğin kadar kalbimi, sana sayfalarca yazdıklarımla ama seni kitaplara sığdıramadıklarımla seviyorum ben de seni. Bilmem anlatabildim mi?
Önemli Not: Buraya imzamı atarım ki benim adım Veera Virtanen, hiçbirini kanıtlayamam ama bu seyahatte vuku bulan ve buraya yazılan her şeyi gerçekten yaşadım. Anlaşılan o ki, daha fazlasını yaşayacağım. Her olasılığa karşı, bu seyahatnameyi bulan ve okuyan olursa, gerçek aşkıma ve yazgıma şahit olsun. Her olasılığa karşı, bu seyahatnameyi bulan ve okuyan olursa, gerçek aşkına ve yazgısına kavuşsun.
(İlk sezon finalidir; ikinci sezon 2024 yılından önce yayınlanmayacaktır.)
(Bu hikâye dizisi, roman kahramanı Veera’nın, çıktığı uzun seyahat süresince sevgilisi Eeva’ya yazdığı mektuplardan oluşmaktadır ve Diğer Evrenin Senaristi romanı yan hikâyesidir; ayrıca bu romanın devamı olan Diğer Evrendeki Kadın ve Parçalanmış Yansımalar romanlarına, hatta bilhassa Kadınların Öldüğü Yer romanına göndermeler, detaylar ve açıklamalar barındırmaktadır.)
Şeyda AYDIN, Diğer Evrenin Senaristi, İkinci Adam Yayınları, 1.Baskı, 2018 Aralık – 2.Baskı, 2021 Mart
Şeyda AYDIN, Diğer Evrendeki Kadın, İkinci Adam Yayınları, 1.Baskı, 2019 Şubat
Şeyda AYDIN, Parçalanmış Yansımalar, İkinci Adam Yayınları, 1.Baskı, 2019 Eylül – 2.Baskı, 2021 Ağustos
Şeyda AYDIN, Kadınların Öldüğü Yer, Tilki Kitap Yayınevi, 1.Baskı, 2020 Kasım
Görsel Künye: Şeyda Aydın (İllüstrasyon Kolajı ve Penrose Üçgeni Tasarımıdır)