Türkiye İstatistik Kurumu’na (TÜİK) göre 2023 yılında güvenlik birimlerine giden veya götürülen mağdur 242 bin 875 çocuğun yüzde 12’ye yakını cinsel istismar nedeniyle mağdur oldu. Bu, yaklaşık 29 bin çocuğa denk gelen bir sayı. 1
Çocukların güvenli bir ortamda büyümesi gerekirken, toplumsal yozlaşma, ihmal ve güç sahiplerinin suistimalleri, onları en savunmasız halleriyle istismar eden bir sistem yaratıyor. Aile içinde kutsal değerler adı altında baskıya maruz bırakılan, koruma mekanizmaları tarafından göz ardı edilen ve kurumlara emanet edildiklerinde dahi şiddet gören binlerce çocuk, sessizce kayboluyor. Çoğu zaman bu hikayeler ya hiç duyulmuyor ya da duyulduğunda dahi hızlıca unutuluyor.
Toplumsal ve sosyolojik açıdan bakıldığında Metamorfoz; bir çocuğun özgürlüğünün elinden alınmasının, yaşadığı baskıların, yasakların ve toplumun dayattığı sınırların dramatik bir yansıması olarak karşımıza çıkıyor. Karakter bir çarşafın altında gizlendiği yerden ortaya çıkarak hikayesini anlatmaya başlıyor seyirciye. Büyüdüğü muhafazakar ailede, sevmenin, dans etmenin, şarkı söylemenin “günah” sayılmasını anlatıyor mesela. Toplumun bireyleri üzerinde kurduğu katı normların, bireysel özgürlükleri nasıl sınırladığını gösteriyor. Bu yasaklar, sadece dini ya da kültürel bir baskı değil, aynı zamanda çocukların gelişim süreçlerini bozan ve onları geleceğe dair sağlıklı bir kimlikten yoksun bırakan toplumsal yapılar olarak karşımıza çıkıyor.

Enes Turan’ın yazıp sahneye koyduğu Metamorfoz, yazının başında da bahsettiğim tam da bu unutulmuş hikayelerden birini sahneye taşıyarak toplumun çürümüş ve bastırılmış gerçekleriyle seyirciyi yüzleştiriyor. Başkalaşım ya da metamorfoz, özellikle böcekler için kullanılan bir terim olup canlının tırtıl düzeyinden yetişkin düzeye geçişine denir. Bu isim oyunun hikayesi ile de doğrudan ilişkili. Oyun ilerledikçe ve hikaye açılmaya başladıkça aynı şekilde oyunun ismi ile olan bağlantısı da ortaya çıkıyor. Oyun, katmanlı hikayesi ve samimi anlatımıyla, sadece bireysel bir trajediyi değil, aynı zamanda toplumsal bir hastalığı da gözler önüne seriyor. Enes Turan ise hem yazar olarak hem de oyun kişisi olarak üstlendiği hikaye anlatıcılığını gerçekçi ve samimi bir şekilde izleyiciye yansıtıyor.
Oyun annesinden uzaklaştırılan ve muhafazakar bir ailede dedesi ve ninesiyle büyüyen bir çocuğun hikayesini anlatıyor. Karakter; sevmenin, şarkı söylemenin ve dans etmenin günah sayıldığı bu ortamda, dedesinin yönetimi, baskıları ve yasakları altında hayata dair en temel insani duygulardan uzak bir şekilde yetişiyor. Dedesi ondan “özel çocuk” diye bahsediyor ve çocuğun üzerinde kurulan bu manipülasyon “Sen diğerleri gibi değilsin, cennete gideceksin, münafık değilsin, özel bir çocuksun” gibi söylemlerle devam ediyor. Burada dedenin söylemleri, çocuğun üzerinde bir güç kurma ve onun bireysel kimliğini şekillendirme amacı taşıyor. Çocuk, “özel” ve “iyi” olmakla yüceltilirken, aslında bu “özel olma” durumu, onu bastırmak, korkutmak ve diğerlerinden farklı kılmak için bir manipülasyon aracına dönüşüyor. Çocuğun bu baskı altında, dış dünyaya karşı kendini ifade etmesi, hatta sevmesi, dans etmesi ve özgürce yaşaması engelleniyor. Dedesi, çocuğu “özel” yaparak, onun yalnızca bir araç olduğunu ve toplumun normlarına karşı gelmemesi gerektiğini öğretiyor.
Çocuk bu duyguları hiç bilmeden, yaşamadan ve hissetmeden büyüyor. Bir çocuğu bu hislerden mahrum bırakmak bir insanın en temel gereksinimlerinden birini elinden almak gibidir. Sevgi, müzik ve dans gibi duygusal ifadelerden yoksun büyüyen bir çocuk, kendini ifade etme yollarını keşfetmeden, hayatın doğal ritminden kopuk bir şekilde yetişir. Bu durum, onun dünyayı algılayışını, insanlarla kurduğu ilişkileri ve kendini tanıma sürecini derinden etkiler. Peki bu insanların elinden çocukken alınan bu haklar onların yaşamını nasıl etkiler? Bir birey olarak toplumda nasıl varolurlar? Oyun bize toplumun karaktere bakış açısını da gösteriyor. Dedesinin baskılarına maruz kalan karakter çocuk esirgeme kurumuna veriliyor. Ancak burada da daha önce hiç deneyimlemediği şeyleri bilmediği için dışlanıyor ve akran zorbalığına maruz kalıyor. “Daha önce pizza yemedin mi? Hiç resim çizmedin mi? Sen kafayı yemişsin!” gibi söylemlerle diğer çocuklar onunla alay ediyor.
“akranlarınız ailesiyle sinemaya ya da konsere giderken siz kuran kursuna ya da camiye gidersiniz. biraz zaman geçtikten ve düşünme yetinizi geliştirdikten sonra ailenizin değer verdiği her şeyden nefret etmeye başlarsınız. hani televizyonda “deizm yükseliyor” diyorlar ya, işte sebebi bu.
benim ailem günah olduğu gerekçesiyle eve yıllarca televizyon sokmadı. izlemek istediğim futbol maçlarını kaçak göçek komşuda seyrettim hep. ailemle tek aktivitem pikniğe gitmekti. evet, sadece pikniğe gitmek. hiçbir şeye yönlendirilmedim hayatta. yaşım otuz oldu, hala neye yeteneğim var bilmiyorum mesela. herhangi bir hobim yok, hiç olmadı da. muhafazakar ailelerin büyük çoğunluğu da böyle. ne dışarıda bir şey yerler, ne oturup bir yerde kahve içerler.
onlara inat olsun diye sigaraya başladım vakti zamanında, ardından da alkole. siyasi olarak bugün hiç tasvip etmediğim ortamlarda bulundum. olay çok başka yerlere de gidebilirdi. benim şansım, yaşımı başımı aldıktan sonra hiç kimse tarafından yönlendirilememem oldu. kendi hayatımı yeni yeni oturtmaya başladım, bütün dinlerden ve siyasi oluşumlardan arındım.” 2
Bu hikayeler, bize uzak gibi görünse de aslında yaşadığımız toplumun derinliklerine işlemiş bir gerçeği yansıtıyor. Baskıcı aile yapılarının bireyin kimlik gelişimi üzerindeki yıkıcı etkisi, yalnızca kişisel bir travma değil, toplumsal bir sorunun yansıması. Alıntıda da görüldüğü gibi, çocuklukta maruz kalınan yasaklar ve baskılar, bireyin ilerleyen yaşlarında hem kimlik bunalımına hem de öfke dolu bir kopuşa yol açabiliyor. Görmezden gelmek kolay olsa da, bu hikayeler bize sistemin yarattığı adaletsizliği ve yozlaşmayı hatırlatıyor; yüzleşmeden değişim mümkün değil.
Enes Turan, hikayeyi anlatırken hiçbir zaman karakterin ve hikayenin duygusal taraflarını izleyicinin gözüne sokmuyor. Aynı şekilde yaptığı oyunculukta da öyle. Bazen dedesi, bazen ninesi, bazense kurum müdürü oluyor. Bu karakter geçişleri gayet temiz, net ve anlaşılır bir şekilde. Hikaye ne kadar dramatik olsa da, canlandırdığı tiplemelerle yer yer bizleri gülümsetmeyi başarıyor. Her an, her geçiş doğal bir şekilde yapılıyor ve bu sayede seyirci, karakterin duygularını bizzat hissediyor. Çocuğun, dans etmeyi yasaklayan dedesinden gizli odasında dans etmesi, onun özgürlüğünü arayışı; şeker ve çikolata yiyemediği için hissettiği mutsuzluk, seyirciyi empati yapmaya ve karakteri anlamaya davet ediyor. Bazen yüzünüzde buruk bir gülümseme ya da karaktere sarılma ve onu koruma isteği oluşuyor. Karakterin heyecanlı heyecanlı anlattığı “zehirli çiçek isimli kız” hikayesinde, siz de onunla birlikte sevmeyi keşfediyorsunuz. Çocukluğun masum duygularını tekrar hatırlıyorsunuz. Oyun boyunca, her küçük ayrıntı sayesinde izleyici, karakterin içsel dünyasına ve yaşadıklarına daha çok adapte oluyor.
Dekor olarak oyunda sadece çarşaf kullanılarak farklı karakterler ve anlar canlandırılıyor. Metamorfoz, gerçekçi ve samimi bir dil kullanarak, yaşanmışlıklarla derinden bağ kuruyor. Çocuğun şüphe, korku ve yalnızlıkla dolu yolculuğu, toplumsal yapının nasıl çocukları şekillendirdiğini ve travmaların nasıl bir döngü oluşturduğunu gösteriyor.
Metamorfoz, hem bireysel hem de toplumsal travmaların iç içe geçtiği bir oyun. Yalnızca çocuğun yaşadığı acı ve yalnızlık değil, aynı zamanda toplumun, devletin ve aile yapısının bu travmalara nasıl engel olamadığı da sorgulanıyor. Bu tür olayları daha görünür kılmak, toplumsal yapıyı sorgulamak ve maalesef her gün sayısız çocuğun maruz kaldığı travmalara dikkat çekmek, Metamorfoz’un güçlü yönlerinden biri.
KAYNAKÇA