“Pandora açınca kutunun kapağını,
dağıttı insanlara acıları, dertleri. Bir
tek Umut kaldı dışarı çıkmadık kapağı
açılan dert kutusundan. Umut tam
çıkacakken Pandora kapamıştı
kapağı, böyle istemişti bulutları
devşiren Zeus. O gün bugündür
insanların başı dertte, toprak bela doludur, deniz bela
dolu, geceler dert
doludur, gündüzler dert dolu, belalar
başıboş dolaşır sessizce ölümlülerin çevresinde.”1
Bilir misiniz Zeus’un ateşini, öfkesini, kinini… Antik Yunan mitolojisine göre Prometheus, Tanrı Zeus’tan gizlice ateşi çalmış ve insanlığa vermiştir. Bu duruma hayli öfkelenen Zeus, Prometheus’u Kafkas Dağlarında zincire vurdurmuştur. Zincirlenen Prometheus’un yanına da onun ciğerini yemek üzere bir kartal bırakılmıştır. Prometheus’un ciğeri kartalın her yemesinde tekrar oluşur böylece işkence hiç tükenmez ta ki Herkül tarafından kurtarılana dek. Zeus insanlardan da intikam almak ister. Bu yüzden Hephaistos’a emir vererek balçıktan bir kadın figürü yapmasını ister ve ardından Pandora’yı yaratır. Pandora İslamiyet ve Hıristiyanlıkta geçen Havva gibi Antik Yunan’da ilk kadın olarak kabul edilir. Zeus, Tanrıçalar gibi güzel olan Pandora’yı, Prometheus’un ikizi olan Epimetheus‘a bir kutuyla gönderir. Kapıyı çalan Pandora’nın güzelliğinden büyülenmiş olan Epimetheus, onu evine alır, onunla evlenir. İnsanlıktan intikam alma zamanı gelen Zeus Pandora’nın kutuyu açmasını kulağına fısıldamıştır. Kutuyu açan Pandora, insanlık arasında mutsuzluğu salıvermiştir.1
“Mânâsı yok bu âlemin, alası yoktur bu gafletin”
Peki Yeşim Ustaoğlu’nun yönetmeni olduğu Pandora’nın Kutusu filminde kutuyu açan kimdir? Ya da önce ateşi çalanın kim olduğunu mu sormalı?
Film 2009 yılında izleyenin karşısına çıkıyor. İlk sahnesinde, doğanın içindeki köy evinde yalnız yaşayan, gözleri parlayan yaşlı bir kadın, lacivert bluzu, yemenisinden görünen bembeyaz saçları ile evin içinden balkona doğru bir elinde tuttuğu beyaz çuval ile karşımıza çıkıyor. İncecik bir derinin kemiklerini örttüğü elleri ile çuvalın içinden çıkardığı kırmızı meyveleri kurutmak üzere bir tepsiye yayıyor. Bir kısmı yere dökülüyor sonra biraz duraksıyor, sanki o kırmızılıkta bir hatıranın sesini ve görüntüsünü açıyor, uzakta bir ses onu çağırmış gibi uzunca. bakıyor Ardından da usulca içeri giriyor.
Üç mutsuz hikayenin annesidir Nusret Hanım ve onun filmin ilk anlarında kaybolmasıyla Güzin, Nesrin ve Mehmet’in birbirinden başka hikayelerde savruluşunu izlemeye başlıyoruz. Annelerinin kaybolmasıyla Batı Karadeniz’e köylerine doğru yola çıkıyor üç farklı hikaye. İşte Pandoranın Kutusu’ndalardır artık. İçinde mutsuzluğun buram buram tüttüğü bir arabanın içinde… Kapağı açmaya bile gerek yoktur onların aralarında bu kötücül duygunun yayılması için. Kendilerine bile tahammülü olmayan bu insanlar yol boyunca birbirlerine katlanmak zorundadırlar. Babaları yıllar evvel onları terk etmiştir. Anneleri ise köyden şehre göç etmek yerine evinde kalmak istemiştir. İnsan anılarının kök saldığı bir yerden kanırtarak kopartmak istemiyor kendisini. Eşi yıllar evvel gitse de bir ölümle ya da bir terk edişle kadınlar o topraklardan göç etmek istemiyor buralarda. Fakat bomboş şimdi köyler, evin asıl yaşayanları ölmüşse bomboş evler. Üç kardeşin köy evlerine geldiğinde ıssız bir ev ile karşılaşmaları gibi. Eve girdiklerinde duvarda asılı bir paltoya dokunuyor kadın karakterlerden biri, kimsesiz ve daha önce kimseye ait olmamış gibi öylece duran ve birden soğuklaşan paltoya.
Bütün gece aramaya koyulurlar ve annelerini bulmalarının ardından İstanbul’a götürürler çünkü annelerinin artık geçmişte hatırladığı birkaç anı dışında hafızasında kalan pek bir şeyi yoktur. Yalnızca geçmişte birkaç anıyı hatırlayan bir insanı alıp hiç hatırasının olmadığı bir yere götürmek ne acı öyle değil mi? Bir hapishanede gibi hisseder insan kendisini. Üstelik içi boş bir hapishane, yalnız sizi kapatmışlar oraya. Konuşacak hiçbir hatıranız yoktur çünkü belleğinizin kökünü kazımışlardır ve siz yeni hiçbir şey koyamıyorsunuzdur oraya. Yaşamak güzel şey, bir yeri bütün ihtişamıyla değil hafızanızın içinde kalan anısıyla sevmek keyifli bir şey. Elinizden alındığında; size yaşadığınız ülkeyi, şehri, kendi kültürünüzü, çocukluğunuzu, mutlu anlarınızı hatırlatan unsurları belleğinizin kökünü kazıya kazıya almaya çalıştıklarında yaşam tatsız bir hal alıyor. Kaldı ki hafızasında birkaç anının kaldığı bir insanı alıp oradan çok uzağa götürürseniz o mutlaka dönmek isteyecektir çünkü hatıranın olmadığı her yer kapalı bir kutudur insan için.
Pandora’nın Kutusu’nun mutsuzları da kendilerini annelerinin kayıp hafızasında bulamayacaklardır, kendisine tahammülü olmayan bu insanlar kendilerini nasıl olurda orada olmayanda arayabilirlerdi ki. Ona tek cesaret edebilen Nusret Hanım’ın adını kendi verdiği, henüz yirmilerinde olan torunu Murat olacaktır. Çünkü kaybolmuşun sesini dinlemiş ve duymuştur. Murat reddeden, sorgulayan bir karakterdir. Şehrin bütün sokakları onun ama o yalnızlık kuşanmıştır. Murat belki de hiç bulamadığı için sistemden uzak ve hep reddeden taraf olmuştur fakat anneannesinde daha evvel tatmadığı bir duygunun tanığı oluyor onu bir yolda sürükletecek bir şey, bir hedef… “Dağımı arıyorum!” diyen yaşlı bir kadının sesinde tanık oluyor varlığının hüküm sürdüğü yere gitme isteğine, bir insan kendi dağında ölmek istiyor. İnsanın nerede ölmek istediğini bilmesi müthiş güçlü bir duygu… Öyle ölüp gidiyoruz ama yaşadık biz bu dünyada. Ruhunun nerede bir yığın oluşturduğu önemli mesele. İlk sahnede gördüğümüzde gözleri parlayan yaşlı kadın belki de kaybolmamıştı beki de ölmeye gidiyordu dağına. Son sahnede Murat’ın gözlerinden yavaş yavaş uzaklaşarak gittiği gibi dağına…
Hiç kaybettiğiniz birinin evine gittiğinizde karşınızda bir duvarda asılı bir kıyafetle karşılaştınız mı? Ben fotoğrafını çekmiştim. Buz gibiydi her şey bir köy evinin bütün yaşayanları ölmüştü. Duvarlar yavaş yavaş dökecekti kerpicini, kirecini…. Ben bu filmi izledikten sonra tüm ölmüşlerimin yanaklarından öpmek istedim.
Pandora’nın Kutusu’nun ardından 2009 yılında vizyona giren iki filmi de arka arkaya izledim; Çağan Irmak’ın ilk filmi Karanlıktakiler ve Reha Erdem’in yazıp, yönettiği Hayat Var… Yakın tarihler olmasını özellikle seçmesem de bu ortak noktanın ardından düşünmeye başladım. Bu filmlerde başka ortak nokta ne var? Daha da önemli soru bu filmleri bugün izlediğim filmlerden ayıran en önemli şey neydi? Otantik oluşu, yereli içinde değil koynunda taşıyıp koynunu bize açmasıydı. Bize bizden bir şeyler söylemesiydi; Aynı dili konuşması, olanı biteni, süreni gideni görüyorum demesiydi. Şimdi mi? Şimdi pek çok alanın olduğu gibi tiyatronun, sinemanın, edebiyatın, sanatın en büyük problemi yaşadığı çağı konuşmaktan korkutulması ve yalnızca satacak işler peşinde koşulması. Peki, satan şeyler ne? Bugün bizi anlatmayan her şey satıyor gibi… Bizim mi kendimizle yüzleşmeye cesaretimiz yok, yoksa perdeleri çekip güneşi içeri almadan gözükmeyen tozlarla evi temiz sanmamız mı isteniyor? Bilmiyorum. Bildiğim bir şey sanatın içindeyse insanlar;bir kitap, bir film, bir tiyatro yazıyor, yönetiyorsa, bir resim çiziyorsa, birileri o perdeleri artık açmalı çünkü evimizi pislik götürüyor.
1 Zincire Vurulmuş Prometheus, Aiskhylos. İş Bankası Kültür Yayınları. Çev. Azra Erhat, Sabahattin Eyüboğulu. 2013.