2019’da, Türkiye’den bir grup sanatçıyla birlikte, Da Vinci’nin 500. ölüm yıl dönümü nedeniyle, Fransa’nın Amboise kasabasına gitmiştik. Sanatçının son günlerini yaşadığı şatoda ve muhteşem bahçesinde dolaşmış, resimle bilimin şaşırtıcı işbirliğine tanık olmuştuk. Şair Ahmet Telli de bizimle birlikteydi. Bir ara, Ahmet Telli’nin Da Vinci hakkında şöyle bir şey söylediğini duymuştum: Renklerle yazılan bir şiirse eğer resim; Da Vinci, bunları tam da iç içe geçirerek, nesnelerin kendi imgesine kavuşmasını sağladı.” Bu ancak bir şairden duyabileceğimiz, harikulade bir tespitti bana göre. Hala da öyle düşünüyorum. Üstelik Ahmet Telli, günümüzde en zor olanı yapmıştı ve yeni bir bilgi üretmişti. Nesneleri kendi imgesine kavuşturmak… Nesneleri kendi imgesine kavuşturmak… Bundan, nesnelerin var oldukları andan itibaren kendi imgelerini aradıkları sonucunu mu çıkarmalıyız bilmiyorum; ama bir nesne için, kendi imgesine kavuşmanın ölümsüzlük anlamına geldiği kesin.
Bir süredir, Raşit Altun resmi üzerine düşünüyorum. Yeni şeyler söylenmesine ihtiyaç duyan bir sanatçının resimleri üzerine… En azından Türk resminde yeni bir resim; yeni bir imge yaratma biçimi olarak, son derece etkileyici ve pentür adına umut verici resimler olduğuna hiç şüphe yok. Eskişehir’deki atölyesinde, yeryüzünün şimdiye dek tanık olmadığı, dolayısıyla sanat tarihine de nasip olmamış, doğa olaylarının mimarlığına soyunan genç bir sanatçı… Bol renk, bol ışık, her yöne hareket eden bir devinim, tek elden yönetilen nedeni belirsiz bir kaos ve distopik bir manzara… André Gide’in deyimiyle, “Her rengin, hemen yanındakine bir ışık düşürdüğü ve ondan bir itiraf aldığı” derin bir resim evreni.
Raşit Altun’un, imgelerine kavuşturduğu şey sadece nesneler değil elbette. Rengi, ışığı, sesi ve oksijeni de akla gelmedik biçimlerde ve mekanlarda imgeleriyle buluşturuyor sanatçı. Ağır çekim temposu hiç düşmeyen tuval yüzeyindeki batmalar, dalmalar, püskürmeler ve hızlı kopmalar tuhaf bir resim atmosferi de var ediyor. Devasa bir çatışma evreni: sert biçimlerle yumuşak kütlelerin sonu belli savaşı. Ya da hemen fark edilen ikili karşıtlıkların ritmi: geometrik formların keskinliği ve sertliğine karşı, akışkan kütlelerin yumuşaklığı ve sınırsızlığı. Çelikle hamurun beklenmedik karşılaşması… Ve tüm bunların, bu eşit olmayan karşılaşmanın beynimizde yankılanan sesi.
Raşit Altun’un resim evreninde, seslerin akademik düzenlenişine karşılık gelen bir müzik yok bence. Ama bir Wagner bestesine yetecek kadar ham ses var. Işığın bulutlara değen yumuşak sesi var. Gerilerden gelen hafif rüzgarın akışkan ve biçimsiz sesi var; gök gürültüsünün sınırları asla ölçülemeyen tok sesi var; erimiş, dev bir kütle şeklinde hareket eden yeryüzü şekillerinin derin, yumuşak, yavaş homurtusu var… Belki de bu sesler; amorf bir varoluşun, neye dönüşeceğini bilmediğimiz bir ara zamanın ve mekanın; veya çok önceleri dönüşmüş olduğu şeyden yavaş yavaş kopuşun distopik müziği; nereye evrileceği merakla beklenen bir atmosferin yönü kestirilemez yankısı. Ya da arafın sesi.
Ama hepsinden öte, onun resimlerinde, akmanın; kopmadan, uzayarak devinmenin, dallara ayrılmanın, yumuşak inişin ve yerçekimsiz uçmanın tarif edilemez uğultusu ve titreşimi var. Ve elbette, neyle karşılaşacağımızı bilmemenin tedirgin bekleyişi, yeryüzünün karamsar yazgısı var.
Peki tüm bunlar ürkütücü mü?
Buz kütlelerinin kopuşu kadar ürkütücü değil. Kentleri istila eden çöl tozları kadar ürkütücü değil. Yağmuru uzakta tutan beton yığınlarının ısı adaları kadar ürkütücü değil. Beklenmedik mevsimlerde birden ortaya çıkan su baskınları kadar ürkütücü değil. Kalabalıkları yutan devasa toprak kaymaları ve yıkımlar kadar ürkütücü değil.
/…/