Bir yazarın sözlerle kurduğu evreni resimlemenin, sözcüklerle betimlenmiş bir dünyayı resimlerle yeniden yaratabilmenin ne kadar sorumluluk isteyen ve özenle yürütülmesi gereken bir süreç olduğunu düşünüyorum Tosca’daki Sus Barbatus! sergisini gezerken. Üstelik bunu kendi biçimsel dilinden ödün vermeden yapabilmek.
İlki Yapı Kredi Bomonti Ada’da açılan, oradan yeni bir kurgu, yeni bir sergi tasarımıyla Ankara’ya Tosca’nın galeri mekanına taşınan sergi, Faruk Duman’ın “Sus Barbatus!” adlı roman üçlemesinin görsel serüveni olarak nitelenebilir. Selin Saygılı’nın kitaplar için çizdiği illüstrasyonlar ve Faruk Duman’ın kitabı yazma sürecinde karaladığı desenlerden oluşan sergi, bunlardan çok daha fazlasını vadeden bir deneyim içeriyor.
Bir sergi nasıl tasarlanır? Küratör kimdir? gibi soruları kendime çokça sorulduğum şu dönemde, kimlerin kendine küratör diyebileceğinin madde madde sıralandığı, yıldızlaştırılmış küratörlerin, her sergide mutlaka olması gereken sanatçıların arasında, dahil olunması gereken ilişki ağlarının sıkı ve bir o kadar kişisel dinamikler üzerinden yürüdüğü, sergilerin gitgide aynılaştığı günümüz “sanat çevreleri”nin kaotik, popülist ve hızlı dünyasında, bu serginin bana oldukça iyi hissettirdiğini söylemeliyim. Ana akım dışında akan sanat dünyasında, deneysel bir sergi pratiğinin güçlü örneklerinden biri olmuş Sus Barbatus! Tosca sergisi. Bu nedenle de bir o kadar kıymetli.
80’lerin dönemsel atmosferinde geçen kitap serisinde, roman karakterlerinin gerçeklikle tinsellik arasındaki geçişleri ve romanın gerçekle düş arasında bir araf hissiyatıyla okuyucuyu saran öyküsü, sergi kurgusunun da bir parçası haline getirilmiş. Yazarın çizimlerinden bağımsız işleyen Selin’in illüstrasyon sürecinin, yazanın bakış açısıyla uyumlu bir atmosferde kurgulanarak, kitabın ustaca diline önemli bir boyut eklediğini belirtmeliyim.
Gerçek hikayelerden ve karakterlerden beslenen ve bunları yazınsal bir kurgunun parçası haline getiren seri, 12 Eylül darbesiyle son bulurken, yakın geçmişte kalan, yaraları henüz iyileşmemiş bir kuşağın anıları arasında dolaşıyor. Roman, fantastik olmayan ama gerçekle fantastik ilişkiler kuran bir evrenin içine dahil ediyor okuyucuyu. Sergideki resimlerin beni bu kadar kalbimden vurması bu yüzden sanırım.
Sözel bir sanat disiplinden imgeye akan yolculukta mekanın, kitabın evrenini yansıtan kurgusu, izleyiciye bir sürecin dokümantasyonunu deneyimleme olanağı sunuyor. Sergi mekanına girerken, kitabın görsellerle anlatılan atmosferine ve yazım serüvenine de dahil oluveriyor izleyici. Bakılıp geçilesi değil çünkü işler. Tek tek izlemek, bakmak dönüp tekrar bakmak, Faruk Duman ‘ın eskiz defterlerinin sayfalarını çevirmek ve Selin Saygılı’ın duvarlara yaptığı baskılarla daha çok zaman geçirmek istiyorsunuz. Sonra afişelere, duvara yazılıp üstü kapatılmış sloganlara bakıyorsunuz, sokağın tekinsiz ve özgür havası etrafınızı sarıyor birden. Kitabın el yazısıyla yazılmış defterlerini okurken, duvardaki dev kertenkele Coco 3. ciltten fırlayıveriyor ve tüm bunlar olurken sanırım Sus Barbatus! köşesinden tek gözüyle beni izliyor.
Kurulup kaldırılan, bir daha orada olamayacak ancak fotoğraflarda doküman olarak kalacak, bir zaman aralığıyla sınırlı deneyimin parçası olan ve sonra başka bir içeriğe dönüşecek sergi mekanı için ilk defa keşke burası hep böyle kalsa hissiyatı kaplıyor içimi. Burası böyle kalsa ve bir Sus Barbatus! müzesi olarak gezilse. Yeni resimlerle, eşyalarla ve seslerle dolup taşsa, romanı yaşatan bir yer olsa.
Aklımda resimler ve kitabın iç kapağında okuduğum kalbime oturmuş bir sözle ayrılıyorum sergiden.
Çoğunun kanadı soğuktan dondu
Daha gelmez bu diyara o kuşlar
(Bir halk destanından, Sus Barbatus! 1.Cilt iç kapak)