“Sevgilim, dün yorgun olduğunu bilmek beni perişan etti. Azarlarımı ciddiye al ve o kadar sosyal olma – Sibyl Colefax’e benzeyeceksin, hep yeni misafirler arayan parlak boncuk gözler geliştireceksin. Umarım bugün daha kötüleşmemişsindir; telefon etmek isterdim ama rahatsız etmek istemiyorum. Onun için yazıyorum…” İmza V.
Yukarıda yazdığım bölüm gerçek bir mektuptan alıntı. Virginia Woolf’un, Vita Sackville West’e 30 Kasım 1926’da yazdığı o mektuptan hem de. Neredeyse yüz yıl öncesinde başlamış ve çoğu şeyin ayıplandığı bir döneme karşı direnmiş olan bir aşk hikâyesinin arkasında kalan mektuplardan sadece biri. Bunun gibi yüzlerce mektup var elimde. Mektupların asılları New York Halk Kütüphanesinde Henry W. – Albert A. Berg Koleksiyonunda saklanmaktadır. Benim nereden bulduğumu sorduğunuzu duyar gibiyim, ne de olsa Aristokrat değilim, onlar gibi bir koleksiyonum yok, bu yüzden hemen açıklamamı yaparak, eşsiz aklınızdaki soru kabarcıklarını yok edeyim. Agora Kitaplığı Yayınevi tarafından Türkçeye kazandırılan, tüm mektupları içeren malum kitaptan (Virginia Woolf, Vita Sackville West Mektuplaşmaları’ndan) özel olarak alıp buraya koydum bu pasajı sizler için. Ben de, bundan yıllar önce, Beyoğlu’nun antika sayılabilecek sahaflarının tozlu raflarında rastlayıp almıştım kitabı. O zamandan bugüne kadar da, asırlık bir aşkı adeta gözetlercesine ara sıra açar okurum. Bu nedenledir olayın derinliğini ifade etmek için mektup alıntısı yaparak daha iyi bir girişin aklıma gelmeyişi, bu nedenledir herkese oranla daha fazla etkilenişim… Şimdi bu yazıyı da, yanımda bu kitap, kulağımda Vita & Virginia filminin müzikleri ile sizler için yazıyor, internet ortamında yayınlanmak üzere ölümsüzleştiriyorum.
Evet, aslında konumuz bir film. Bahsi geçen tüm mektuplardan yola çıkılarak senaryolaştırılıp kurgulanan bir film. Öyle alelade bir film de değil ki, yönetmenden başlayıp oyuncuları anlatıp geçeyim. Vita & Virginia isimli 2019 çıkışlı bu film; ünlü bohem yazar Virginia’nın 1922’de aristokrat şair Vita ile tanışıp, birbirlerine âşık oluşlarının, yıllara yayılan mektuplaşmaların, büyük bir aşk hikâyesinin ve bu aşkın acısından doğan devrim niteliğindeki Orlando adlı otobiyografik romanın; dayanılmaz ıstıraplar içinde kıvranan Virginia’nın zihninden dökülerek ortaya çıkışının anlatıldığı filmin ta kendisi. Ki Orlando romanı, “edebiyatın en uzun ve baştan çıkarıcı aşk mektubu” diye anılıp edebiyat tarihine adını yazdırarak, aslında bu aşkı da ölümsüzleştirerek geleceğe taşımıştır. Çünkü Virginia, içindeki çaresizliği, elindeki tek yetenek olan yazma yeteneği ile başka bir şeye dönüştürmekten başka çaresi olmayan bir kadındı ve bunu başardı. Bu özelliği yüzünden kendimi ona bedbahtça benzetmekten başka çare bulamıyorum ben de. Neyse, dillendirmekten kaçındığım başka bir buruk hikâye benimki, konumuza dönelim. Bilindiği üzere Virginia Woolf aşırı derece depresif bir yazardır, ilhamını buradan, yani karanlık depresyonundan alır, bunu bilmeyen yoktur herhalde, ancak Vita ise onun tam zıttı; cıvıl cıvıl, itibar peşinde, üst tabaka mensubu, fazla sosyal, tatil meraklısı bir şairdir. Biri orta, diğer üst tabakada, yani sınıfsal olarak birbirinden farklı noktada olan bu iki olağanüstü kadın bir parti sırasında tanıştıklarında ne Orlando’dan ne de iniş çıkışlarla dolu aşklarının yıllarca süreceğinden bihaberdiler. Aynı zamanda duygusal Virginia’nın, hafif sadist ve barizce hedonist Vita’ya karşı üstleneceği rolden ve çıkmazlara düşeceğinden de; korumacı bir annenin, itaatkâr, buyurgan ve baş eğen çocuğu olma rolünü… Virginia’nın kilitlenip konuşamaması, halüsinasyonlar görmesi gibi rahatsızlık verici durumlarının hepsi, uzaklara giden Vita’ya olan dayanılmaz özleminden kaynaklanmaktaydı. Ne onunla yapabiliyordu, ne de onsuz… Buna nereye kadar devam edebilecekti? Bir erkekle bir kadının aşkı gayet olağan bir antlaşma gibiydi; toplumun kabul ettiği kurallar sayesinde akıp gitmekteydi, ancak bu iki kadının aşkı psikolojik açıdan fazlasıyla zorlayıcıydı; tutku ile karışık çalkantılarla dolu, fırtınalı, depremli edebi bir rekabetten öteydi.
İşte, İrlanda ve Birleşik Krallık yapımı olan filmimiz bu iki kadının tanışması ve birbirini tanıması ile başlıyor. Chanya Button’ın yönettiği filmin kadrosuna göz atmamak haksızlık olur diye düşünerek, -başrollerinde Elizabeth Debicki, Gemma Arterton ve Isabella Rossellini gibi ünlü isimler olduğunu belirtmek isterim, ancak aldığı imdb puanı üzücü; 5,5. Fakat ben, önyargılı imdb puanlarına aldırmadan birkaç ay önce izledim filmi. “Bu yazıyı yazmak neden şimdi aklına geldi?” diye sorarsanız, hafta sonu bir arkadaşımın telefonla arayıp filmi nereden izleyebileceğini sorması, filmi ve mektupları yeniden gündemime taşıdı. Tabii ben de, bu vesileyle dayanamayıp tekrar izledim filmi -ki malum ortamlarda siz de rahatça bulup izleyebilirsiniz artık. Edebiyata meraklıysanız kesinlikle es geçmeden izlemeniz gerekiyor. Film yapım tekniği ve senaryo yazarlığı okumuş biri olarak naçizane bir eleştiriyi araya sıkıştırma gereği görüyorum; bu hikâye çok daha iyi çekilebilirdi, bence çok daha iyisini hak ediyor, ancak “ekibin ellinden bu kadarı gelmiş, emeğe saygı” deyip susuyorum. Zira bugüne kadar, neredeyse yüz yıla yakındır, Chanya Button ve ekibinden başka kimsenin aklına gelmemiş bu değerli hikâyeyi kadraja almak. Bu nedenle bir teşekkürü hak ediyorlar. Filmde şunlar oldu, bunlar oldu diye anlatmayacağım size yine her zamanki gibi, sadece şunu söyleyeceğim; bir dehanın, yaşadığı ihanet karşısında, fevkalade zihninden ortaya dökerek, inanılmaz bir azimle yazdığı bir romanın berisindeki her şeyi anlatmaya çalışıyor film. Vita’yı bir romanın içinde yüz yıllarca yaşatıp, ona cinsiyet değiştirterek, baş tacı ederek hem de… Orlando basılır basılmaz Virginia, romanı ithaf ettiği kadın olan Vita’ya, ona layık gördüğü birinci sınıf deriden ciltli bir kopyasını, kaleme aldığı ilk el yazması taslak ile beraber postalayıp hediye etmiştir. Orlando romanı basıldıktan kısa süre sonra Virginia’nın, “Evet seni sevdim ama yazdım ve bitti,” ifadesiyle aşkları noktalanmış; ancak dostlukları, Virginia Woolf’un 59 yaşındayken, 28 Mart 1941’de intihar ederek ölmesine değin devam etmiştir. Büyük ustanın anlamamı sağladığı en güzel şeylerden biri de bu; yazmak tüm acıyı, kederi, özlemi, gözyaşını, kısacası tüm yükü sayfalara boşaltmaktır. Nereden bilebilirdim ki benim de bunu, tıpkı onunki gibi tecrübelerle öğreneceğimi?
Yaşadığımız şu kirli dünyada, oksijen kadar gerekli olan kitaplar, filmler ve müzikler ile tertemiz nefes alarak yaşayın; çünkü size yaşadığınız tek bir hayattan çok daha fazlasını vaat ediyorlar.
Saygılarımla
Şeyda AYDIN