Üç romanımın son sayfasını tamamlayıp son noktayı koyduğumda, bilgisayarın karşısına heyecanla geçip her birini bitirdiğim o anlarda aklıma istisnasız tek bir ismin geldiğini itiraf etmeliyim: evet bu isim Stieg Larsson’dan başka bir yazarın ismi değil.
İşte o anlarda şunu sordum kendi kendime, başımı geriye atıp, gözlüğümü düzelterek dedim ki, “Yazdığım bu romanın yayınlandığını görebilecek miyim acaba? Yarın ölmeyeceğimi bile bilmiyorum. Ya bu kadar emek harcayıp bitirdiğim bu roman yayınlanmadan önce bana bir şey olursa, ya ölürsem ve romanım bilgisayarda unutulur, silinir giderse tıpkı benim toprak altında toza döndüğüm gibi?”
Evet, bir yazar için en korkunç şey budur hiç şüphesiz. Çünkü bir yazarın ölümsüzlüğü eserleridir; eserleri okundukça yazar var olur ve ölümsüzlüğe kavuşur, tıpkı yazdığı kahraman ve karakterlerin ölümsüzlüğü gibi -ki zaten yazar için de kendi isminden çok, karakterlerin ölümsüzlüğü önem taşır, yazdığı hikâyenin dünyanın dört bir yanında okunmasıdır yazara en büyük ve asıl olan hediye.
Oysa usta bir polisiye roman yazarı bunu göremedi; bunu göremeden göçüp gitti dünyadan. Rivayete göre; gençlik yıllarında şahit olduğu bir tecavüze engel olamadığı için vicdan azabından kaynaklanarak yarattığı o eşsiz kadına sayfalarda can vermiş, sistemi eleştirerek onu bir kahramana çevirmiş, intikamını almasını sağlamış, sonunda bir şekilde o kadının karanlık hikâyesini okumamız için bizlere ulaştırmıştır. İşten eve geldiğinde kalan boş zamanlarda yazarak bitirdiği üç romanın -aslında serinin- yayınlandığını, her birinin milyonlarca sattığını, üzerine filmlerin yapıldığını asla görme şerefine erişememiş olan İdealist-Sosyalist Gazeteci Yazar Stieg Larsson’dan bahsediyorum. Peki, tanımayan için kimdir Stieg Larsson. Size, “Lisbeth Salander” desem tanır mısınız? Bu isim yeterli gelmediyse biraz daha ayrıntı vereyim, “Ejderha Dövmeli Kız” desem, hatta onun arkasındaki kişi, onun yaratıcısı olan yazar kişisi desem herhalde, “Ah evet, tabii ya, Ejderha Dövmeli Kız!” dersiniz; çünkü öyle karakterler –aslında anti-kahramanlar demek daha doğru olur- vardır ki özgünlüğü ile kendisini asla unutturmaz.
İnce ince işleyerek yazdığı Lisbeth Salander karakterine hem acı çektiren hem de dünyanın en iyi yeteneklerini veren de aynı kişidir, o yüzden Stieg Larsson ismini Lisbeth Salander veya Ejderha Dövmeli Kız ismini bildiğiniz gibi aklınıza kazıyıp yan yana tutun lütfen. Ha bir de Mikael Blomkvist karakterini okurken nedense yazarın kendini anlattığı hissine kapılıyorsunuz, çünkü Mikael de tıpkı Stieg gibi bir Araştırmacı Gazeteci ve tek dileği ise, karanlıktan aydınlığa doğru tüm gerçeklerin eninde sonunda gün yüzüne çıkması… Yaş, tip, meslek ve idealler itibariyle sanki biraz benziyor, işte burada bir es veriyorsunuz, “Yazar kendini koymuş,” diyorsunuz okurken, keyifleniyorsunuz; çünkü sizi bilmem ama ben, gerçek hayattan esinlenen, bunu farklı biçimlerle ve metaforlarla anlatan hikâyelere bayılırım. Bunu evvel zaman önce Tolkien de yaptı, Woolf da, Kafka da… Ve hepsi içinde bulunduğu zorluklar, aşklar, vicdan azabı, değersizlik ve ruhsal gelgitlerin verdiği hisleri farklı formalarda anlattı. İşte bu yazar da onlardan biri… İçinde, ruhunun derinliklerinde nefes alan, tecavüz edilip hor görülen, sistem mağduru genç bir kadın vardı, kalemini durduramadı, etkilendiği yazarlar Agatha Christie, Maj Sjöwall, Astrid Lindgren’di, iyi bir kurgu, özgün bir karakter profili olmalıydı, bu yüzden kendine inanarak işten eve gelip onu yazdı. Sayfalara akıttığı 30 Nisan 1978 doğumlu, sol kürek kemiği üzerinde ejderha dövmesi olan, bu bilgisayar korsanı kadın, kadınlardan nefret eden erkeklerin hepsinden nefret ediyor, o erkekleri durdurmak istiyordu. Acısı vardı bu genç kadının, derinden gelen bir acı, hem de ta çocukluğundan beri onu yakan… Bu yüzden ilk kitabının ismini de şöyle koymuştu aslında, Kadınlardan Nefret Eden Adam, “Man Som Hatar Kvinnor,” (Yani aslında o adam ve adamların peşindeki o kadın demek istemiş.) 2005 yılında ilk kitap İsveç’te bu isimle yayınlanarak satış rekorları kırdı, sonra dünyadaki yayıncıların dikkatini çekince, “Ejderha Dövmeli Kız” olarak ismi değiştirilerek dünyaya servis edildi. Başarının önü kesilmedi, hâlihazırda peş peşe yayınlanan diğer iki kitap ile birlikte Lisbeth Salander karakteri de ismini bu şekilde tüm dünyaya duyurarak yükseldi hem de Stieg’in ölümünden kısa süre sonra. Milenyum Serisi 2008 yılında, yaratıcısının ölümünden sadece 4 yıl sonra kendini dünyanın dört bir yanında duyurup pek çok ödül aldı. Uyarlanıp sinemaya aktarılınca, sinema filmlerinde yer alan İskandinav kökenli oyunculara bile uğur getirdi; hepsi dünyaya açıldı birer birer. İnsan düşünüyor, eğer Stieg ölmeseydi, seri bu kadar ilgi çekici olabilir miydi? Yazarın ölümü yazar için bir lanet mi, yoksa bir uğur mu?
Neyse, iyi ki de yazılan üç roman unutulup rafa kaldırılmadı, iyi ki de bizim gibi okuyucu ve yazarlara ulaşarak her birimizi besledi. Benim için çok önemlidir Lisbeth karakteri, her ne kadar anti-kahraman olsa da küllerinden doğan güçlü karakterli kadınlara örnektir; bu yüzden başımın tacıdır. Şimdi diyeceksiniz, “Şeyda bir karar ver, bir Bilimkurgu-Fantastik diyorsun, bir de İskandinav Polisiyesi?” Arkadaşlar, ben yazdıklarını tek bir türle bile ifade edemeyen, tek bir tür altına dahi alamayan, kendince özgün bir şeyler yapan o yazarlardan biriyim, beni besleyenler de çeşit çeşit. Bence bir yazar ya da bir okuyucu ne kadar farklı türde okursa o kadar uçsuz bir bakış açısına kavuşur. Dolayısıyla evet, Lisbeth beni besleyen roman karakterlerinden biri; hatta bana İskandinav Polisiye türünü sevdiren karakterlerden biri…
Yazara tekrar dönecek olursak; kitaplarının ve kendisinin ismini dünyanın henüz bilmediği zamanlarda, çalıştığı bağımsız gazetedeki arkadaşlarına hep roman yazdığını, hatta üçünün de çoktan hazır olduğunu, daha yedi tane yazması gerektiğini söyleyip dururdu ama kalan yedisini tamamlamadan olan oldu. 15 Ağustos 1954 Skelleftehamn, İsveç doğumlu olan ve tam adı Karl Stig-Erland Larsson olan yazarımız 9 Kasım 2004’te, elektrik kesildiği için 7.kattaki ofisine merdivenlerden çıktıktan hemen sonra geçirdiği kalp kriziyle hayatını kaybettiğinde henüz 50 yaşındaydı. Ölmek için oldukça gençti; hele böylesi üretken-çalışkan bir yazar için ölüm erken çalmıştı kalbindeki kapıları. Milenyum serisini tamamlamak için yedi tane roman yazma, seriyi on kitaplık bir seriye tamamlama planı olduğundan bile bahsetmişti dostlarına, hatta dördüncü romanının birkaç bölümünü bitirdiği ama tamamlamadığı, o öldükten sonra bilgisayarında bulunanlar sayesinde anlaşılmıştı; oysa “Dördüncüyü de hemen hemen bitirdim sayılır,” demişti dostlarına. Acaba bitirip saklamış mıydı? Bu sır da onunla birlikte kayboldu, belki gerçekten bitirdi ve bir yerlere sakladı, belki de bulunan dokümanlar sadece ilk taslaktı. İşte bu yüzden kahramanımız Lisbeth’e, Arı Kovanına Çomak Sokan Kız romanından sonra neler olduğunu gerçekten bilmiyoruz. “Ee peki ama şimdi Lisbeth’e ne oldu?” sorusunu birçok insan sormuş olacak ki, Stieg’in ölmeden önce boşanma arifesinde olduğu karısı ve diğer varisleri baskılara dayanamayarak –biraz da para kazanma amaçlı- hikâyenin devamını başka bir yazara, David Lagercrantz adında başka bir İsveçli yazara emanet ettiler. O da boş durur mu? Elbette ki, kurgu temeli en başından beri sapasağlam olan, hazır ve nazır Lisbeth Salander’in başrolünde olduğu üç yeni roman birden yazıp piyasaya sürdü. Birincisi Örümcek Ağındaki Kız -ki bunun Hollywood filmi de geçen yıl sinemalarda izleyiciye sunuldu- ikincisi Göze Göz Dişe Diş Diyen Kız, üçüncüsü de Ölmesi Gereken Kız.
Geçenlerde kitap satış sitelerinde güzel indirimler olunca, önyargılarımı bir kenara bırakarak satın aldım bu kitapları, bakalım benim ve Stieg’in inandığı Lisbeth’e saygıda bir kusur edilmiş mi? diye merak ediyorum. Çünkü sanatta her zaman şuna inanırım, yaratıcısının elinden çıktığının aynısı gibi asla olmuyor maalesef; replikası oluyor ama yine de aynı tadı vermiyor. Amma velâkin yine de bir şans vermek gerekiyor, her zaman da şunu derim, önyargıları kenara koymadan ve okumadan asla bilemezsin. Filmini izledim, kitabını okumasam da olur demeyin, emin olun ki kitaplar; filmler gibi hayal gücünüzü belli sınırlarda kısıtlamak yerine, ufkunuzu genişleterek daha büyük dünyalar sunuyor size.
Ufku sınırsız dünyalardan kendinizi mahrum bırakmayın. Edebiyat ve sanatın diğer dalları ile zamanda nefes alıp var olun, çünkü hayat ve zaman; sanatsız ve amaçsız yaşanarak, evrensel bir bakış açısına sahip olmadan hedonistçe tüketilmeye değmeyecek kadar kısa ve değerli… Anlattığım üzere ölümün kapıyı ne zaman çalacağı da belli olmaz, bu yüzden okuyun, izleyin, dinleyin, üretin.
Saygılarımla
Şeyda AYDIN