Duran Emre Kanacı, 2021’de yayımladığı ilk öykü kitabı Yapı ve Yasa’yla 2022 Vedat Türkali Edebiyat Ödülleri’nin kısa listesine girmişti. Yeni kitabı Büyük Deniz Köpürüyor ise İthaki Yayınları’ndan yeni çıktı. Kanacı’nın bu kitabı yazma hikâyesi dünyada çoğalan göç dalgasından yol alarak başlıyor. Suriye’den başlayan yoğun göç, vardığı sonuçlar Kanacı’yı etkilemiş ve kendisinde uyandırdığı hislerini kaleme almış. Doğu’dan Batı’ya göç etmeye çalışan Ugaritlilerin (Ugarit-günümüz Suriye’sindeki Lazkiye kenti) öyküsü mitolojiyle ve mistik bir dille birleşiyor. Büyük Deniz Köpürüyor üzerine Duran Emre Kanacı’yla konuştuk.
“Hem insana hem gökteki tanrılara karşı verilen bir savaş aslında göç.”
Duran Emre Kanacı
Büyük Deniz Köpürüyor romanınızın hikâyesi nasıl başladı?
Hikâye, aslında on iki seneyi aşkındır hayatımızda olan zorunlu göç meselesine bir cevap olarak doğdu. Bu mesele hep söylüyorum, farkında olsak da olmasak da hepimizin zihninde büyük soru işaretleri doğurdu. Yeni, yabancı olana tavrımız ne olacaktı? Çok farklı zihniyetlerden çok farklı cevaplar doğdu. Suriye’den yoğun göç başlayalı o kadar uzun zaman oldu ki bazımızın vardığı sonuçlar da şekil değiştirdi, başka anlayışlara evrildi. Uzun bir mesele. Demem o ki bu romanı ben çağımızda eşine rastlamadığımız bu zorunlu göçün zihnimde uyandırdıklarını, iç tartışmalarımı damıtarak yazmaya karar verdim.
Kitap, içindekiler kısmıyla baştan ilgi çekiyor. İçindekiler kısmındaki işaretler sizin için harflerin nasıl bir sembolü? Bu tercihin sebebi neydi?
Bu tercihin sebebi, kitap boyunca doğudan batıya göç etmeye çalışan Ugarit kentlilerinin, Ugarit günümüz Suriye’sinin Lazkiye kentidir, dil dünyalarını da okurla paylaşmak, yakınlıklarını artırmak istememdi. Aynı coğrafyada yaşanmış zorlukların, insanlık krizlerinin okurda dokunacağı yeri daha da gerçeğe çekmemden kaynaklı İçindekiler kısmındaki ve bölüm adlarındaki Ugaritçe seçimlerim.
Kitabı çocuklara, savaşlardan etkilenen çocuklara adıyorsunuz. Gazze, Suriye gibi örnekler de güncel sorun olarak karşımızda dururken çocuklar sizi nasıl etkiliyor?
Çocukların yazınımda yeri her zaman farklı oldu. Öykülerdeki, romanlardaki hikâyelere bir arayış penceresinden bakıyorum ve çocuk gözünden bu arayış her zaman daha ısrarcı, belki arsız demeli, daha bir sınırlardan azade oluyor. Büyük Deniz Köpürüyor’da bir kız çocuğu Nepis, kitap boyunca onun göç etmek zorunda bırakılmış olmasını yine onun gözlerinden, bir yetişkinin algısındaki dünyevi, politik, saygı ya da günah vb. kalıplara sıkışmış algıdan uzakta görüyoruz. Ama yine de bu kitap özelinde çocuk gözü bir edebi tekniğin yanı sıra gerçekten de bu savaşlarda etkilenen çocuklara dikkat çekmek istememdi.
Kurgu kısmında göç etmek, denizleri aşmak da önemli bir mesele. Ancak siz bunu çok eski çağlardan açıyorsunuz. Geçmiş zaman olmasına nasıl karar verdiniz?
Aynı coğrafyanın, Doğu Akdeniz coğrafyasının binlerce yıldır rahat yüzü görmemiş olduğunu, sonsuz benzer yok oluş, yeniden kuruluş, yok oluş süreçlerinden geçtiğini biliyordum. Bu yüzden Suriye ve Filistin başta olmak üzere Doğu Akdeniz coğrafyasında yaşananları anlamada geçmişe bakmada fayda görüyorum. Çünkü gelecek geçmiştedir. Bir yandan da -Antik- Suriyeli kız çocuğu olan Nepis ve ailesini yazmak bir yazar olarak Suriyeli Aylan bebeği yazmaktan çok daha rahat kalem oynatılabilecek bir alan, Aylan bebeğin görüntüsü hiçbirimizin gözlerinden silinmedi. Yine de onu anlatmazsak, sonra Gazzeli çocukları, bu dönemde başka ne anlatacağız ki? Bu sebeplerden dolayı bu trajedilere geçmişten yaklaşarak onları anlattım.
Nepis ve ailesi, “Büyük Deniz”e açılan bir tekneye saklanıyor. Bu yolculuk nasıl bir yolculuk ve temsilleri nelerdir?
Yolculuk ilk görüntüsüyle tek temsilli bir yolculuk: Doğudan batıya göç. Kıyıdan onları sarmalayan, yuvaları bildikleri Büyük Deniz şimdi göç yolunda tehlikeli bir doğa gücü. Ancak bu tehlikenin yalnız fiziksel bir tehlike olduğunu düşünmüyorum, göç yolunda deniz koca bir bilinmez, hatıraların, ortak hafızanın, geçmişin hayaletlerinin göçenlere işkence ettiği bir boşluk. Hem insana hem gökteki tanrılara karşı verilen bir savaş aslında göç. Zaman değişse, halklar ve tanrılar değişse de bu böyle. Bu da ikinci temsili diyebilirim.
Savaşlar, göçler toplumsal belleğimizde nasıl bir iz bırakıyor?
Bu elbette benim uzmanlık alanımın dışında, zor bir soru ama kendi okuduklarımdan yola çıkarak bir ortak hafıza savunucusu olduğumu söyleyebilirim. Toplumların bilinçdışına sızmış anılar; kırımlar, zaferler, hep derin izler mevcut. Bir genetikçi olarak mesela İkinci Dünya Savaşı’nında açlık ve sefaletle boğuşan Hollandalıların, sonra bazı Almanların kıtlık sebebiyle bazı genlerinin susturulduğunu, nesiller boyu susmuş kaldığını biliyorum, bir çeşit nesillerarası aktarım, ama bir yandan da mesela Alman belleğindeki büyük utancın izlerini çevremdeki insanlarla günlük konuşmalarda bile sürebiliyorum. Bunlar sosyal bilimcilerin daha verimli tartışacağı, belki de ilk kez büyük bir göç dalgasıyla karşılaşmış bizlerin, olayların politik, kültürel, milli ve evrensel yanlarını anlayabilmemiz için de daha çok tartışılması gereken meseleler.
Akdeniz coğrafyası kaleminizi nasıl etkiliyor?
Akdeniz içine doğduğum, beni derinden etkilemiş bir coğrafya. Çocukken Adana’nın göbeğindeki, Roma İmparatoru Hadrianus’un yaptırdığı köprüden geçerek işlerimizi görmeye gidiyorduk. Adana’nın bütün ilçelerinde, şehrin azıcık dışına çıktığınızda bile antik kentler, köprüler, duvarlar, kaleler bulunuyor. Bunlara her daim kıyısında dolandığımız Akdeniz’i de eklediğinizde kaleme yansımaması olanaksız. Şahmeran’ın yaşadığı anlatılan bir Roma kalesinde, bir duvarın üzerinden aşıp zindanlardan birine, duvardaki harf şeklindeki oyuklara baktığımı da hatırlıyorum çocukken, Akdeniz ufkuna dikkatle bakıp ilerideki toprakları görmeye çalıştığımı da. Ben de bugüne kadar hangi öykümde Akdeniz coğrafyasından geçsem orada daha büyülü, daha geniş, yazması daha rahat bir dünya karşıladı beni.
Mitolojiler kurgunuza nasıl bir kapı aralıyor ve Büyük Deniz Köpürüyor’da nasıl bir etkiyle karşılaşıyoruz?
Romanla geçmişten bugüne bir bütünlük yaratma çabam, mitolojiden beslenmeden biraz eksik kalırdı açıkçası. Dedim ya tanrılar değişse de biz kadının, çocuğun mecbur bırakıldığı hayatların benzerlerini yaşıyoruz hep. Ugarit kültünün yaratıcısı, tanrıların babası El, dönüp dolaşıp Elohim oluyor, “Efendi” Adn dönüp dolaşıp Adonai oluyor, bence coğrafyamızda sınırların hiçbir zaman o kadar da keskin olmadığını, antik dünyaya benzerliğimizi, Akdeniz kültürünün onlardan neler taşıdığının farkında olmamız gerekiyor. Büyük Deniz Köpürüyor’da mitoloji de tıpkı kitaptaki şiirler gibi bir köprü görevi görsün istedim. Verdiğimiz kavgaların göklerde de verilmiş olduğunu, kadının, çocuğun, ailenin, toplumun hep aynı sınavlardan geçip geçip bir sonrakiyle karşılaşana kadar öncekini unuttuğunu anlatmaya çalıştım.
“Kelimelerin bütün diktatörlükleri ürküten müthiş bir gücü olduğuna” inanıyorsunuz. Kitapta da bu etkiyle karşılaşıyoruz. Tarihi bir zeminde bugüne göz kırparken ilerlemek ve bunu mitolojik bir anlatımla yansıtmak nasıl bir deneyimdi?
Ben tam da söylediğiniz sebepten kitaptaki gerçekliğin günümüz gerçekliğine yakın olmasına çalıştım. Mitolojiden de beslensem bir masal anlatmak çabam olmadı hiç. Yenilen yemeklerden kıyafetlere, gelenek göreneklerden afetlere, teknelere, krallara, kentlere kadar her şeyin gerçek olmasını istedim. Bu sayede tüm bu döngüsellikte mesela iktidarların sebep olduğu, durdurmaktan aciz olduğu, sonra aciz olmadığı ama durdurmak için hiçbir şey de yapmadığı acıların ortaklığını taşımak istedim bugüne. Bugün de farklı bir şey görmüyoruz Suriye’de, Filistin coğrafyasında, Lübnan’da. Durumumuz onlarınki kadar iç karartıcı olmasa da Türkiye’de. Kısacası benim için bütünleştirici bir deneyimdi bunu yapmak, tarihin lineerliği hep tartışılan bir konu ve bizim coğrafyamız özelinde sanırım bu lineerlik zehirli döngüler olarak vuku buluyor.