Ayşe Kıran, geri çekilip başına bir şey gelmesini beklemiyor, hamlede bulunuyor. Sanatçının yolu da budur. Dünyanın başına gelen şey olmak.
Arthur Schopenhauer, “İstediğimizi yapabiliriz ama isteklerimizi seçmekte özgür değiliz.” der. Aile, çevre, yaşadığımız ülke, doğduğumuz şartlar, bulunduğumuz zaman, fizyolojik ihtiyaçlar, genetik, eğitim durumu ve çevresel faktörlerin etkisi insan hayatında ve buna bağlı olarak bulunduğu seçimlerde yadsınamaz bir rol oynar. İnsanın doğası gereği yönelimleri, ilgileri ve arzuları tüm bu faktörlere bağlıdır. Peki tüm bunlar benliğimizin belirleyicisi olmakta ve bizi tanımlamakta yeterli midir? Bunlar bizi belirli profillerle tanımlayabilirler, ama biz bundan mı ibaretiz? Meriç, “Fizik dünyada determinizm vardır, insan dünyasında ise hürriyet hüküm sürer” der. Alışkanlıkların ve örüntülerin dünyasında klişe seçeneklerden kaçabildiğimiz ölçüde özgür olmamız kolay değildir, cesaret ve bilinçli olmayı gerektirir. Bu özgürlük, bizim için belirlenen kalıplardan kendi doğamıza uygun yolu yaratabilmemizle ilgilidir.
Labirentten bir çıkış yolu arayışında adeta kuşatılmış gibisinizdir. Durumun kişiselliği sorgulandığında bu bireyin özelinde değildir. Kalıplara sistematik olarak herkesin hapis olduğu farkındalığı gelişir. Birey dünyamızdaki etkiler, sistemle ayrı değerlendirilememektedir. Bu bileşim tesadüf eseri ortaya çıkmamıştır. “Takıntılı bir şekilde kontrol ediliyor olabilir miyiz?” sorgusu doğmaktadır. Kendi zihninize ve hayatınıza hapsolmuşuzdur? Neden bu durumun farkına sonradan varılmaktadır? Bu bağlamda ne kadar özgürüz? Hayatımız boyunca manipülasyona uğruyor olabilir miyiz?
Manipülasyon, başkalarının duygu, düşünce ve davranışlarını ona hissettirmeden değiştirmeye çalışan, çıkarlar ve istekler doğrultusunda etkilemeye çalışan ve algı yönetimi ile bir arada olduğunda tam bir hak ihlalidir. Peki bunun sebebi nedir? Kim tarafında yapılmaktadır? Nasıl gündelik hayatlarda varlığını göstermektedir? Özgürlük konusu üzerine düşünürken distopik bir romanın içerisindeki karakterler gibi mi hissettiniz? Distopik romanlar zaten topluma özgürlüklerin, bireyin, duyguların ne kadar önemli olduğunu anlatan uyarıcı metinler değil midir?
Distopik türün adı Yunanca dystopia kelimesinden gelmektedir. Yunanca bir öntakı olan “dys” kötü, hastalıklı ve anormal anlamını taşır. Normlar ve toplumsal ilişkilerin, sosyopolitik kurumlar tarafından mükemmele yakın olarak örgütlendiği, çoğunlukla gelecekte geçen, insan özgürlüğünün tamamen reddedildiği, kabusu andıran bunaltıcı ve baskıcı bir toplum kurgusudur. Bir yandan, iktidarların merkezileşmesi ve totaliter toplumsal yapılanmanın kaygısı dile getirilirken, diğer yandan da teknolojik ilerlemelere paralel olarak “pandora’nın kutusu”nu açan karakterlerin mücadelelerini anlatır. Bu romanlarda kapitalizm ve totaliterizm altında gelişen gözetim mekanizmaları, sınıflaşma, şirketleşme, kurmaca gerçeklerin oluşturulması, hafıza kaybı, paranoya, propaganda, makinelerin hakimiyeti, ekolojik kirlenme, salgın hastalıklar, beklenmeyen sonuçlarıyla genetik deneyler ve izole toplum temaları kullanılır. Peki… Tüm bunlar distopik dünyanın fenomenlerinden ibaret olmayabilir mi? Totaliter karakteristik ile gözetim pratikleri, Zamyatin ve Orwell’da baskıcı nitelikteki Stalin ve Nazi diktatörlüklerine, Huxley’de de katı bir uzmanlaşma ve hiyerarşi doğrultusunda hızla sanayileşen Batı’daki gelişmelerin sonuçlarına işaret eder. Çağdaş dünyanın problemleri olan küresel iklim krizi, pandemi, sosyal medya ile gözetilmeye yönlendirilen mahremiyet açığı ve kapitalizmin tüketim konusundaki yönlendirmeleri bizlerin distopik bir evrende yaşadığının ibaresi olabilir mi?
Bu anlatıların da bahsettiği özgürlüğü kısıtlanmış ve düşüncesi yönlendirilen toplum söylemi, Foucoult’un kullandığı Jeremy Bentham’ın “Panoptikon Hapishanesi” alegorisi distopik romanların toplum vurgusunda büyük bir etkiye sahiptir. Distopyada olan aslında Foucault’un belirttiği “büyük kapatılma” durumudur. Amaç, itaatkar, kurallara, düzene ve kendini kuşatan otoriteye boyun eğmiş ve otoriteyi içselleştirmiş bir birey yaratmaktır. Peki ama tüm bunlar neden gerekiyordu? Çünkü, herkesin iktidarın gözü tarafından fiilen algılanması gerekli oldu, kapitalist türde bir toplum olsun istendi, yani mümkün olduğunda yaygınlaştırılmış, mümkün olduğunca verimli bir üretimle birlikte; işbölümünde kimilerinin şu işi, kimilerinin bu işi yapmasına ihtiyaç olduğunda, halkın direniş hareketlerinin, ataletin ya da isyanın, doğmakta olan tüm bu kapitalist düzeni altüst etmesinden korkulduğunda, o zaman, her bireyin somut ve keskin gözetlenmesi gerekli oldu. Bilgi ve iktidar birbirinden ayrılamazdı. Bu belirlemelere ön ayak olan Foucault’nun kendisi, teknolojik gelişmelerin etkisiyle, iletişim araçlarının esiri olan öznenin; görüntülenen, görüntüleyen ve görüntüyü servis eden kişi olarak iktidarın bir parçası olduğunu görseydi, bireyler açısından nasıl bir çözüm önerirdi? Bireyler bu durumun farkında ve önemsiyor mu?
İktidar isteğine sahip gruplar tarafından teknolojik üretimle, savaşla, pandemiyle, etnikçilikle, cinsiyetçilikle, medyayla, uyuşturucuyla ve dinle insanlara nefret aşılayanların farkında mıyız? Zamanı paraya çevirmeye çalışan medya ortamında zihinsel alanımız adeta ihaleye dönmüş durumdadır. Bu yüzden bakılan yönü, düşünceleri, dikkati yönetenin kişinin olması öz kontrol istemektedir. Bilgi hapishanesinden çıkış yolunun anahtarı kendi dikkatimizden başkası değildir. Bırakılan sosyal izlerden takip eden, denetleyen şirketlerden kendimizi daha iyi tanımak, kontrollü kullanmak, buradaki büyük resmi fark edebilmek ve bu durumun sisteme hizmet eden bir parçası olduğunu biliyor, buna göre davranmak belirleyici esaslardır. Uyaranların etkisinin birey üzerinde yönlendirmeleri, kişinin nedensel bağlantı farkındalığı ve analiz edebilmesi özgürleşme yolculuğunda önem arz eder. İnsan psikolojisini irdelemekteki başarısıyla anılan Dostoyevski için suç, kendine karşı, yani özüne karşı işlediğin suçtur. İçsel ve dışsal olarak etkilenen istemlerin soyutlanarak öze inilmesi, “kendini bil” felsefesinin derinliklerindeki doğamızın kendi sesinin duyulmasında ve tasarı olarak hayatı bireyin samimi olarak şekillendirmesinde etkili olacaktır.
“Yaşamdaki en değerli amaç-özgürlüktür.”