Utku Varlık
Utku Varlık

Sis ve Işık Arasında: Utku Varlık’la Şehirler, Düşler ve Akademi (II. Bölüm)

28 Şubat 2025

Sanat, hakikatin sınırlarını bulanıklaştırırken, aynı zamanda ona yeni bir biçim kazandıran, düş ile gerçek arasındaki sınırları aşmayı başarabilen bir sihir.  Utku Varlık’ın dünyasında bu sihir, zamansız imgelerle, bellek tortularıyla, varoluşun katmanlarıyla birbirine geçiyor.  Söyleşimizin ilk bölümünde, sanat ontolojisine, İstanbul ve Paris’in dokusuna, bireysel üretimin mecburi özgünlüğe ve entelektüel birikimin dönüşümüne ilişkin bir haritada ilerlemiştik.

Şimdi, bu yolculuğun ikinci durağında küratörlük pratiğinin bir sanatçının özgürlüğü üzerindeki izdüşümlerini, çağdaş sanat ve koleksiyon kültürünün değişen kodlarını tartışıyoruz. Sanatın yalnızca bir estetik üretim değil, aynı zamanda bir ideolojik aygıt ve varoluş biçimi olduğu gerçeğiyle yüzleşirken, bir sanatçının geçmiş ve bugün arasındaki çizgiyi nasıl inşa ettiğini, belleğin sanatta nasıl yankılandığını, yaratıcı süreci etkileyen durumlara odaklanıyoruz. Utku Varlık’ın tanıklığıyla yankılanan sesler bizi sisli fakat aydınlık bir yöne doğru çağırıyor.

Utku Varlık, Prof. George Dayez ve litografi atölyesinden arkadaşları ile...
Utku Varlık, Prof. George Dayez ve litografi atölyesinden arkadaşları ile…

Paris büyük savaşlar öncesinde dünyanın sanat merkezi. Savaş sonrası belirgin biçimde bu ayrıcalığını yitirse de sanat bağlamında özel konumunu koruyor. Bir anlamda kültürel açıdan kendi mitlerini yaratan bir şehir. Paris’i kültürel ortam açısından hala bu kadar cezbedici bulmak mümkün mü?

Paris’de yaşamış da sergi yapmamış çok ressama rastladım, Paris’de yaşamak, çalışmak, entelektüel ortamının, etkinliklerinin içinde olmak, bugün bile dünyada herkesin düşlediği bir olgu. Nice önemli ressam Paris’de ömrünü tüketti ama burada tanınmadı. Yalnız ressamlar değil yazarlar, mimarlar, ne bileyim düşünürler! Önemli olan bir ülkenin, bir kentin albenisi, sizi çağıran sibyllin’lerin olabilmesi, sanat ne kadar evrensel ise, hiçbir önyargı, sansür, yasak koymadan onu uygulayabilir olmak!

Dış etkiler bu meyanda önemli. Göç; özellikle Fransa’nın Akdeniz’deki karşı kıyısı, eski koloniler, daha gerçek sorunlarıyla onlar da Fransa’yı işgal etmişlerdi.  Beraberlerindeki getirdikleri her şey ne yazık toplumların birbirine kaynamasını engelliyor. Dışarıdan bakanlar için daha az fark edilse de ülkenin kişiliği giderek yok oluyor. Kültürel bir sığlaşma söz konusu.  

İstanbul’dan Parise çok genç bir yaşta gittiniz. Her iki şehrin ruhu çalışmalarınıza nasıl yansıdı?

28 yaşındaydım İstanbul’un kapısını kapadığımda, bilinçli olarak kararlıydım demek doğru olur. iki yıl askerlik sonrası,  mekan ve kabuk değiştirme gerektiğini hissediyordum. Bir açıdan “kültürel bir metafor yağmuru” gerekiyordu. İşte yine bir kez daha “Erlauf – Kafamdaki Nehir” …1969 da askerlik dönüşü, Akademi’nin giriş kapısında Bedri Rahmi beni görünce:”..Reis neredesin seni arıyoruz; Avrupa bursu sınavı var!” Buna ne diyebiliriz?  Bertolt Brecht’in oyunu misali: “ Sezua’nın iyi insanı”

Ne yazık bütün albenisi dışında Akademi Resim Bölümü “kendi klasik kısır döngüsü” içinde pentürün evrensel varoluşunun farkında olamamakta ısrar etti. Atölye hocaları 1930’ larda nerede kalmışlarsa, varoluşlarına başka bir katkıda bulunmamışlardı. Bedri Rahmi’yi bu resmin dışında tutmak gerektiğinin altını çizeyim.

Akademi’de söz ettiğiniz “kısır döngü”yü biraz derinleştirelim istiyorum. Sanat tarihi bağlamında bu çeşitli vesilelerle gündeme getirilmiş bir konu ancak sizin gerçek kişi olarak yaşanmışlığınız ve tanıklığınız var…

Şöyle ki Akademi hocaları, Paris’teki André Lhote atölyesinde ne öğrenmişlerse resimde bunun dışına çıkmıyorlardı Dahası bu tekniği öğrencilerine “empoze” ediyorlardı. Bu konuda birçok isim sayabiliriz, Nurullah Berk bu hocalardan biridir. Cemal Tollu, uzun süre resim bölümü başkanlığı yaptı. Başkanlığı süresince aralıklarla yapılan resim yarışmaları için önerdiği konular İstiklal Savaşı, hamam, balıkçılar, manav gibi Akademi’nin kuruluşundan itibaren süregelen içeriklerdi. Tollu’nun kendisi de Çallı’nın yörüngesinde kalarak, onu teknik ve içerik olarak sonuna kadar sürdürdü!

Zeki Faik, soyutlama yaparak onlardan biraz uzaktı fakat neticede aynı tas aynı hamam! Bu sürede hiç bir şekilde Avrupa Resmi, resim tekniği, büyük ustalar örnek vermek gerekirse Vermeer’in adını duymadım.

Atölyesine girdiğimin birinci yılında Bedri Rahmi, Pulitzer Bursu’yla Amerika’ya gitti ve bir yıl sonra oradan tamamen bambaşka bir bakış açısıyla geri döndü.  Amerika’da aradığı ressamı bulmuştu: Mark Rothko! Böylece giderek çınarları, Anadolu’yu genel hareket alanlarını terk etti ve sadece “Renk” konusunda ısrar etti. İşte bu nedenle ben hep “…Bedri Rahmi’den resmi değil, ressamlığı öğrendim” derim!

Her şeye rağmen meraklı insanlar ülkesidir Türkiye, hiçbir dönemde tam aradığımızı bulamadık ancak kendi merak akıntılarımız bize sanatı sürdürebilmemizin yollarını gösterdi. Sonuçta kendimi Paris’te bulduğumun İkinci yılında yine ülke kararmaya başlamıştı. Burslu öğrenciler olarak ülkenin politik ve ekonomi çıkmazını fark ediyor ve kaygılanıyorduk.

Paris’e gelmeden İstanbul’da başlayan öğrenci eylemleri, politik huzursuzluk, Avrupa’da Türk öğrenciler arasında da karşılık buluyordu. Biliyorduk, ülkemizi rahat bırakmayacaklardı! Tam bu olaylar olurken Paris’te litografi atölyesinde çalışıyordum. İşte o dönemlerde beni çok etkileyen bu eylemlerdeki kan revan, resmime bir içerik olarak girmişti. Bu eylem’e görsel olarak bir özgün baskı (afiş, grafik) sanatçısı olarak katılmak isteği doğdu. Hiç şüphesiz ülkem adına politik tavrımı dışa vurmak amaçlıydı bu tavır. Açıkçası bugün bile “sanatın anlamı” tam olarak anlaşılmış değil, “sanatın politik bir işlevi olabilir mi?” o da meçhul ya da Goya bugün yaşasaydı “Caprices” lerini , düşündeki karabasanları çizebilir miydi? Sonunda bunalmıştım, benim “irreel”bir dünyam var, niçin kendimi çıkmaz bir anlatıma saptırmışım! İşte özlediğim başka bir boyuta girip, Resim Bir Yaz Denizi Gibi  Olmalıdır dedim!

196o'lı yıllar, Arnavutköy, Teknemizde/ Edip Cansever, kaptan Kemal; Utku Varlık, Aktör Mustafa, Aziz Çalışlar
196o’lı yıllar, Arnavutköy, Teknemizde/ Edip Cansever, kaptan Kemal; Utku Varlık, Aktör Mustafa, Aziz Çalışlar

Bir sanat izleyicisi ve sanat tarihçi olarak eserleriniz beni hep peşinden sürüklemiştir. Şimdi sizi bulmuşken, çalışmalarınızı ortaya çıkaran etmenleri sormak istiyorum. Kendi eserlerinizi genel olarak nasıl tanımlıyorsunuz?

Yine bir konuşmada yaptığım resmi şöyle tanımlamıştım: Benim resmim şiirin resim halidir. Şiirin simyasına dayanır. Ne yazık kimse okumuyor. Nasıl bir nehrin sesini duymuyorlarsa öyle! Benim resmim zamanın öteki kıyısında, bir yaz sonu duygusuyla imgesel alanlarda dolaşır.

Sosyal medyayı oldukça aktif kullanıyorsunuz. İletişim açısından sosyal medyayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Genç kuşaklara erken yıllarda çektiğimiz tüm sancıları anlatmamız gerektiğine inanıyorum. İletişim diye bir mefhumun neredeyse olmadığı bir devirden söz ediyorum. Gazete ve dergilerin kaprislerini, sanat sayfalarında yazılanların öylece kabullenildiğini, önerilerinize bir yanıt bile verilmediği, zar zor fotoğrafını çekip gönderdiğiniz bir fotoğrafın ters basıldığını fakat yapacak bir şey olmadığını, hatta sergi davetiyesi için gönderdiğiniz diyapozitifin postada kaybolduğundaki çaresizliğin yaşandığı bir devirden bugüne geldik. Evet, Instagram benim galerimdir ve de sosyal medyada oluşan her yenilik bana gelecek adına moral veriyor. Ey dünya, 24 saat Patagonya’daki dostunuzla telefonla bir kuruş ödemeden konuşup sonra İnternet’i eleştiriyorsan, bizim o eski yıllarda yaşadığımız çölden haberin yok! Instagram ( Story) – ve  BlogSpot benim favorilerim.

Aslı Bora, Utku Varlık
Aslı Bora, Utku Varlık

Son dönemde televizyon ve yazılı basında Şakir Paşa ailesi ciddi bir gündem oluşturuyor. Şirin Devrim’in yakın dostunuz olduğunu ve Faharelnisa Zeid’in Akademi’de yaptığı sergi sırasında, öğrenci olduğunuz için süreci yakından izlemeniz söz konusu. Bize biraz o günlerden söz eder misiniz? Öte yandan bir dönemin bu kadar yakın tanığı, başrol oyuncularından biri olmak nasıl bir his?

Ülkemizin kültürel erozyon sürecinde televizyon önemli bir fonksiyona sahip. Bu durum oldukça trajik bir biçimde devam ediyor. Sakil dekorlar ve kötü makyajla tarihi diziler çekilirken şimdi yakın tarihe de el atıldı. Kısa bir öykü anlatayım; 60 yıllarında Edip Cansever’in Fenerbahçe’de küçük bir mekanı ve teknesi vardı ve orada toplanırdık; dostlarımız arasında “İstanbul’un Fethi “filmini çeken Aydın Arakon’ da vardı, çok gülerdik ve ona büyük azap çektirirlerdi; Fatih’in kolundaki saat ve de askeriyenin ödünç verdiği 25 damgalı at nedeniyle; unutmayalım bu film 1950’li yıllarının ama aynı “fukaralık” bugün de sürüyor.

Hocam arkadaşlarınızı saygıyla anıyor ve o dönemin kendi içindeki sinema dilinde bunun nispeten kabul edilebilir bir tarafı olduğunu düşünüyorum. Durumu biraz romantize ediyor olabilirim tabi. Sizin aktardığınız anı, dönem entelijansiyasının bakışını öğrenmek açısından çok değerli.

Gelelim Şakir Paşa Ailesi’ne…

Prenses ve ailesi malumunuz “Deli Saraylılar’ olarak anılıyorlar.  Bu büyük aileyi, gerçek araştırmacı, arşiv, tarihçi, vakanüvis ölçeğinde gün ışığına çıkartmak bizde olanaksız! Nedenine gelince, özellikle kent tarihine özgü  yaşama mekanları kendi authenticité niteliklerini yitirdiler.  En basit örnekle bugün Tepebaşı’na gidin, eski yanan Şehir Tiyatrosu’nun (Tepebaşı Kışlık Tiyatrosu) yerinde kişiliksiz bir bina göreceksiniz. Daha niceleri var elbette… İnterieur’e dokunursak daha beter; yine bir anı: 1967 de temmuz ayı olsa gerek; tüm yazar çizer Asmalı Mescit’ de Refik’te içerken, Alman Kültür merkezi başkanı Annegger kan ter içinde gelip bize Narmanlı Yurdu’nun yandığını ve Aliye Berger’in içeride olduğunu söyleyince, koşarak oraya gittik. Narmanlı’ya vardığımızda itfaiye o kadar su sıkmıştı ki bina bu kez selden yıkılmak üzereydi. Bu kepazelikte zorla Aliye’nin evine girdiğimizde tüm aile bizden önce Aliye’yi kurtarmaya gelmişti. Hiç şüphesiz, o vakitler şimdiki teknoloji olsaydı size o fotoğrafı gösterebilmek mümkün olabilirdi. Şimdi sadece o fotoğrafı anlatabiliyorum: Mum ışıkları içinde nerdeyse bütün aile üyeleri ve Aliye kırmızı kadife baldaquin yatağın içinde titriyordu. Bugün sadece bu yatağın benzerini bulmak bile oldukça güç. Günümüzden bakınca o devirde, İstanbul ve Paris’te beraber olduğum bu insanlar başka bir gezegenden gelmişlerdi demek mübalağa gibi görünebilir. Fakat şu anda onlar gibi bir tavır bulamadığımız gibi onlar gibi de konuşamıyoruz. Televizyondan kulağıma gelen diyaloglarda sözcüklerin müzikal vurguları, sesin tonlamaları, Türkçenin kendine has akışı çekip gitmiş yerini tarifi zor bir sakilliğe bırakmış gibi geliyor bana.

Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki geçmiş “cam bir fanus”, adeta dokunsan kırılacak. Necatigil’in kapağını yaptığım kitabının adını çağrıştırıyor bu durum, Solgun Bir Gül Dokununca. Tam böyle bir hissiyatla geçmişte nereye yanlış dokunsak sihrini yitiriyor ve yeniden kurgu yapmak için de imkân yok!

Bugünün sanat dünyasında sizi en çok düşündüren ya da endişelendiren bir unsur var mı? Yoksa çağın ruhu bağlamında sanat açısından gerçekleşenleri olağan mı buluyorsunuz?

Bugün sanatın algılanışı “Mekanın boşluğunda öylece durduğu varsayılan bir nesne”, ben de ise “Daha önce yaşanmış bir düşün sanrısı gibi bir şey!” Gerginlik yaratmak adına söylemiyorum, şu yaşadığımız çağda aktüel olarak yapay zekayı tartışırken insanların bilimsellikten uzak bir biçimde yaşamakta ısrar etmesine anlam veremediğim gibi “Kavramsal” koleksiyon yapan birinin halet-i ruhiyesine de anlam veremiyorum. Hiç çözemiyorum.

Prof. Dr. Mehmet Birkiye şöyle diyor “Herkese sanatçı diyebilirsiniz, bir beis yok; insan beyni namussuzun tekidir, her şeyi düşünebilir. Çağdaş sanatın şöyle bir durumu var; birçok yapıtı elinizde bir almanak olmadan, açıklayıcı metin olmadan anlamanız mümkün değil. O sizin anlamadığınız şeyin üstüne öyle yorumlar yapıyor ki onda bir gerçeklik varmış izlenimine kapılıyorsunuz.   Peki burada sanat eseri o yapılan şey mi? Yoksa küratörün yazdığı yazı mı? Sanki bana küratörün yazdığı yazı gibi geliyor. Tiyatroyu da böyle bir noktaya itiyorlar; tiyatro bunu taşıyacak bir şey değil

Bir labirentteyiz, amacın etrafında dolaşmadan: “ama her çağda “sanat empoze edildi, her çağda manipüle edildi. Bugün sanat (sözünü ettiğimiz plastik sanatlar) adına evrensel bir apocalypse yaşanıyor.  Sanatı manipüle edenler değişti. Niteliksiz varlık sahipleri, uluslararası lobiler, ünlü müzeler, dünya borsalarının satış evleri arasındaki ilişki belirleyici oluyor. Bu açıdan en iyi örnek kereste ticaretinden milyarder olmuş, bugün çağdaş sanatı parmağında oynatan François Pinoult. Dünya çapında tanınmış Sotheby’s, Christie’s gibi müzayede evleri de onun. Şunu bilmelisiniz: benim yaşadığım Fransa’da, sanat adına kimse keyfince “at oynatamazdı”, bilgi, diyalog, kavram önemliydi ve bunlara bakış açısı ile eleştiri de dahil edilirdi. Dışa vuran ne olursa olsun bu bariyerden süzülürdü.  Eski zaman diyeceksiniz, ne yazık bugün kimse Çağdaş Sanata dil uzatamaz, anında işinden olur.

Hocam bir resmi görmek için uzun yollar kat ettiğinizi biliyorum. Sanatsal üretimi geçmişten bugüne aynı heyecanla takip ediyorsunuz. Sanat yaşamınıza ilk başlangıçtan bu zamana hangi isimleri izlemekten keyif alıyorsunuz?

Buna fısıltıyla konuşan her şey diyeceğim. Hani kitapçıları dolaşıp baktığın, seni çağıran kitaplara dokunup, o yıl yayınlanan romanları karıştırdıktan sonra eve dönüp, tekrar bir “Çehov” alıp okumak misali… İletişimin üst düzeyde olması, özellikle beni boş yere bir şey aramaktan kurtarıyor. Eskisi gibi müzeleri dolaşmıyorum ama bir “sığlaşma” yaşadığım bir gerçek. Buna bir bakıma “arınma” da diyebiliriz. İzleme takıntısı kült ne varsa peşini bırakmıyorum. Şans eseri gördüğüm her şey benim Hayal Bahçemde büyük bir merakla yeşeriyor. Son günlerde kitaplığıma döndüm, farkına vardım, unuttuğum o kadar çok şey varmış ki, çaktırmadan utandım! Blog yazmaya başladığımda, bir seri olarak Hayal Müzelerim başlığıyla sayısız müze ziyaretlerimde gördüğüm resimleri anlatmıştım. Bu meyanda müze hala yaşıyor; prensibim Şaşırt Beni!

Yazım sizin yaratıcılığınızın bir başka yönü. Kitaplarınız ve aktif olarak kullandığınız blog’unuz izleyicilerinizin sizi daha farklı tanımalarının bir boyutu. Tanıdığım Utku Varlık çok iyi bir okuyucu. Bütün bunlar yazma eylemini tetikleyen unsurlar mıydı? Yoksa bir ifade biçimi olarak sanatsal yaratımın kaçınılmaz olarak geldiği nokta mı?

Şu anda benim durumumda dilin geçmiş zamanını unutalım. Bugün zamanın acımasız akışında resim mi yoksa yazı mı? Eğer her ikisin de sürdürmek istersen neden olmasın bu iki kapı açık. Fakat şöyle bir durum var atölye gün ışığıyla başlar ve onunla biter; yazı ise nocturne  sever ya da çok erken sabahı! Ne yazık ben “kendime kalan” her şeyi olabildiğince kullanıyorum. Ayrıca şunu unutmamak lazım, yazmak eskisi gibi bir bela değil. Düşünebiliyor musunuz mum ışığanda ve geçmişin imkansızlıklarında yaşamaya çalışırken başeserleri yazanların gücünü? Benim için yazmak geç başladı (yine Internet ve onun gereçlerine bir selam gönderiyorum) ama eski yıllarda yazdığın bir yazı gönderdiğin bir derginin çekmecesinde yaşlanırdı. Yayımlansa bile birkaç ay sonra zaten içindeki ateş sönmüş olurdu. Günümüzde resim, yazı yahut aklınıza ne geliyorsa cabale ya da  paradoksal bir düş. Melih Cevdet Anday’ın Ulysse’in ağzından dillendirdiği gibi Sağ salim geçtim kendimi diyorum!

Aslı Bora

Aslı Bora, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde Sanat Tarihi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi’nde Felsefe eğitimi aldı, yüksek lisansını Batı ve Çağdaş Sanat alanında tamamladı. Arkeolojik kazılar, sanat danışmanlığı ve akademik çalışmalar yürüttü.
2010’dan itibaren uluslararası sergilere danışmanlık yaparken, sanat ve seyahat üzerine yazıları yayımlandı. Ocak 2023’ten bu yana Kalyon Kültür’de Sanat Yönetmeni olarak görev yapmakta; seminerler vermeye ve bağımsız küratörlük projeleri üretmeye devam etmektedir.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Dengin Ceyhan
Önceki

Dengin Ceyhan’dan “Piyano’nun Kadınları” Konseri

Kaçırmayın!

Uğur Engin Deniz

Portfolyo: Uğur Engin Deniz

Uğur Engin Deniz, 1979 İstanbul doğumlu medya sanatçısıdır. Fizik bölümünden
İstanbul Film Festivali

20. Köprüde Buluşmalar “Film Geliştirme Platformu” Başvuruları Açıldı

İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından İstanbul Film Festivali kapsamında