Sevgili Eeva,
Kayboldum. Evet, bu sefer başardım, hem yolumu kaybetmeyi hem de arka tekerleri çamura gömmeyi. Gülme ya da gül, şu evrende en çok sana yakışıyor nasılsa. Neyse, kayboldum diyordum; oysaki haritamın gösterdiği yolu izliyordum, ama bir baktım ki saptığım yol ormanların derinliklerine doğru inenmiş. Yine bizim şarkıları dinlerken daldığımdan olacak tabii; bir de sabahtan akşama değin direksiyon sallayıp yorulduğumdan. Amma velâkin tatlı bir yorgunluk benimkisi; ne de olsa sabahın erken saatlerinde, şenlikli bir veda kahvaltısı sonrası, o büyülü köyden ayrıldım pür neşeli kalabalık bir uğurlama grubu arkamdan el sallarken. Tüm köy ahalisi oradaydı, “Yine gel Veera!” diye seslendiler hep bir ağızdan. Ki zaten tahminlerimden çok daha uzun süre kaldım orada; tam bir ay… Tam bir ay, büyüdüğüm bungalova benzeyen evdeydim; yattığım yerden başımın üzerindeki pencereye bakınca, verandayı ve saçaklarından süzülen yağmur damlalarını görebiliyordum, keza yağmurun ninni gibi gelen huzurlu sesiyle de uykuya dalıyordum. Yağmuru ne kadar sevdiğimi bilirsin; Netta bir süredir –bilhassa geceleyin yağan– yaz yağmurlarının etkisi altında. Orada, tıpkı yuvamdaymışım gibi hissettiğim o yatakta uykuya dalana kadar geçen sürede ise ağaç kokusu, doğanın o salt kokusu anılara, an’lara gitmeme sebep oluyordu her zamanki gibi. Ne zaman yağmur yağsa, sarmaş dolaş hâlimizle uzandığımız kanepe… Gözlerim senin gözlerinde, ben yine senin kucağında… Aklıma kazınan ve milyonlara bölünerek yörüngeme yayılan o birkaç saniyelik bakışın… Gözbebeklerini sarmış şefkat ve tutku ile körüklenen, kalbimin gerçekten attığını hissettiren –bana– âşık bakışın… Ne zaman rüyamda seni göreceğim bir uyku çekmeyi dilesem, düşse de başım öne, o an’a dönüyorum işte. Bir yandan her daim seninleyken, öte yandan tamamen sensiz olup yaşamaya devam etmek ne kadar zor olsa da çabalıyorum; acıyı, beni koruyan aşkın ile güçlü bir zırhmış gibi ruhuma kuşanıp umuda dönüştürmeye çalışarak yol alıyorum. Yazıyorum; çok yazdım ve yazmaya devam ediyorum. Biliyorum ki beni kelimeler kurtaracak; biliyorum ki seni kelimeler yaşatacak, hatta yeniden var edecek. Oysa bazen yetmiyor o kelimeler, hele ki senin artık nefes almadığın ama bir o kadar da senin nefesinle dolu bir evrende halen nefes aldığım aklıma geliverince; bu yüzden nefesim birden kesiliverince, düşecek gibi olup sendeleyerek bir yere tutununca hiçbir manası ve albenisi yokmuşçasına devasa bir silgiyle siliniveriyor evrendeki tüm kelimeler. Köydeyken de bir an için, aynen öyle depresif hâllerin içine tam düşmüştüm ki, yeni dostlarım yetişti imdadıma. Öyle iyi geldiler ki bana, onlarlayken ne denli yoğun duygularla hislendiğimi ifade etmem için yalnızca, geceleri iki yeni dostumla beraber verandada ettiğimiz –önden şaraplı peşinden kahveli– sinema ve edebiyat sohbetlerinden tut da, akşamları uzun masalardan köy sınırlarına dek taşan kahkaha sesleri eşliğinde neşeli yemek şölenleri yaptık desem yeter anlamana.
Kaybolduğum ilk an’dan şu an’a kadar geçen sürede neler yaşadığımı bilsen sen de şaşarsın, orası kesin. Araba saplanıp kalmıştı; ayrıca yedi senelik bir cep telefonu kullandığımdan olacak, o da sinyal alamadı. Akşamı ettiğimden, ormanlık bölgede hava kararıp iyice serinlemek; yağmur da bastırmak üzereydi haliyle. İlkten, her şey ıssız göründü gözüme. Bu bölgede ağaçlar öyle sık ve iri ki, burada akan hayat ise öyle insandan uzak ki, biçare hâlimle –üşürken çekiştirip durduğum ceketimle arabanın çevresinde tur atarken– ilk an etrafıma baktığımda ne gökyüzünü görülebiliyordum ne de yardım isteyecek birini. Robotlardan da hiçbir iz yoktu. Arabayı iteklemeye çalışırken beni görmeliydin; çamurun içine kıç üstü düşecek kadar komiktim. Ta ki onun, bilge ifadesiyle yolun ortasına oturmuş hâlde beni izlediğini fark edene dek. Bir kızıl tilkiydi bu; sanki bana, “Kendini böylesi gülünç bir duruma sokmayı nasıl başarıyorsun?” derken iri gözlerindeki bakışlarını üzerime devirircesine bana doğrultmuş olan, benim şapşal hâllerimi izleyen bir tilki. Hayvanların rehberliğine güvendiğimi bilirsin, neyse ki hiçbiri yalnız bırakmıyor beni; ne zaman başımı derde soksam bir işaret gönderiyorlar. İlk kuzgun ile başladı işaretler, sonra geyik, ardından da tilki, sanki beni mitolojik bir serüvenin içine çekiyorlarmış gibi. Öyle de oldu, tilki çekti beni; âdeta, “Hadi beni takip et,” dercesine gözlerime baka baka, ağır ama emin adımlarla yürüdü derin ormanın içine. İçimdeki ses kesinlikle onu takip etmemi söylerken tereddüt etmeksizin çantamı arabadan kaptım hemen ve düştüm peşine. Önde o, arkada ben ilerledik derinliklere, hatta yürüdükçe yakınlaştığımı hissettiren gür bir nehrin sesine. Bir an dalıp gittim önümdeki rehberim sayesinde; annemin Inka’sını ve bizim çocukları ne kadar özlediğimle kalakalmış buldum kendimi. Ağlamaklı olup kızararak buğulanınca gözlerim, önümü göremez oldum; neticede özlemek de ağlamak kadar gereklidir insanın varoluş yolunda; ikisi de gerçekten hissedebilmektir; ikisi de bilgelik verir ruha; geride bıraktıklarının kıymetini anladığın noktaya varıp yutkunmandır.
Derin ormanın içine doğru ilerlerken yağmur çiselemeye başlamıştı; giderek şiddetini artırırken de üstüm başım sırılsıklam oldu. Ağaçlara tutuna tutuna ilerliyordum ki ıssızlığın orta yerinde uğultuyla gelen mekanik bir ses duydum. Aynı anda parlayan mor bir ışık demeti de cabası. İçim de dışım da titredi tabii. Nedendir bilinmez, birkaç dakika sonra gözetlendiğim hissine kapıldım, arkamda beni izleyen birileri var gibiydi; sanki iki kadının gölgesiydi. Kesin halüsinasyon falan olmalıydı. Kaldı ki zaten Netta’da kötücül şeyler olmadığından kaçıp gitmeyecek kadar rahattım, nihayetinde böylesi bir akılalmazlığı aklıma dahi takmayacak hâldeydim; saçlarımdan botlarıma değin sırılsıklam ve üşümüş… Ben o tuhaflıkla bir anlığına meşgulken olan olmuştu; çoktan gitmişti tilki, âdeta görevini tamamlamış, varmam gereken yere beni getirmiş gibi. Bir ağaca yaslanıp ıslanmış saçlarımı gözlerimden çekince önümde uzayıp giden bir nehir olduğunu net olarak anca görebildim. Hemen yanında ise fark edilmemesi imkânsız olan o devasa ağaç; belki milyon yaşında bir gövdeye sahip, iri dalları ve yaprakları tam bir sığınak; yuva gibi. Ürkek ama meraklı adımlarla ağaca doğru yaklaşınca anladım neden tilkinin beni buraya sürüklediğini. Bir adam vardı; tam da o ağacın altına sığınan, kamp ateşi yakmış vaziyette oturan; siyah saçlı, kareli gömlekli, kot salopetli, benim yaşlarımda ama benden daha uzun, daha sempatik mizaçlı, hatta yakışıklı… Beni görünce hiç şaşırmadı; sanki gelmemi bekliyormuşçasına karşısındaki kütüğü işaret edip buyur ederek, “Hadi gel, ateşin dibine sokul ve ısın. Ayrıca sıcacık çorbam var, yeni yaptım,” dedi yüzüne yayılan bir gülümsemeyle. Karnım öyle acıkmıştı ki bu teklife hayır diyemezdim, hemen davranıp karşısındaki kütükte yerimi alırken, “Merhaba, benim adım Veera Virtanen,” dedim tanışmak için, ama o, karşılık olarak bana adını bahşetmedi; bir tas çorba uzatıp sessiz kalmakla yetindi. Ben de bu tuhaf tanışma faslını es geçip çorbayı iştahla kaşıklarken buldum kendimi; çünkü seninkiler kadar lezzetliydi. Ne zaman iyi bir yemek yesem, benim mutfak işleri konusunda ne denli berbat olduğum, senin de fevkalade olduğun gelir aklıma ve uyumsuzluğun içindeki uyumumuzun güzelliğine dalıp giderim her defasında. Yine öyle dalıp gittim sana.
Hava büsbütün kararmıştı; bir tek kamp ateşi aydınlatıyordu bizi. Nehrin ve yağmurun sesine karışan kaşık seslerinden başka bir ses yokken etrafta, o anki sohbetsizlikte sadece beni izliyordu bu isimsiz kampçı; içimi okur gibi bakıyordu nedense. Derken birden, “Tanrıçalar aşkına Veera, sen yastasın, hem de bu orman kadar derin bir yasta,” deyiverdi. Sert bir rüzgâr gibi yüzüme çarpıp geçti bu sözleri. Haklıydı; diyecek bir şey bulamadım. Çok mu belli ediyorum? Oysa insanların karşısında başımı dik tutup, yasımı gülümsemem ardına gizleyerek kimseleri kendi adıma üzmemek için her şeyi yapıyorum; bu demektir ki, hiç beceremiyorum.
“Şimdi neden buraya geldiğini anladım,” dediğinde, ben de onun üslubuyla, “Kimsin sen tanrıçalar aşkına? Eski çağlardan efsuncu bir kâhin falan mı?” diye sordum hafif alaycı bir tebessüm ederek. “Yok be, ormancıyım ben,” dedi ve devam etti: “Yani, ormandaki ağaçların ve hayvanların sıhhatinden sorumlu, özellikle de bu ağaçtan sorumlu bir şifacıyım,” diye ekledi altına sığındığımız yaşlı ağacı parmağıyla göstererek. “Sayın Veera, evrenin en kadim ağacı altında oturuyorsun şu an, farkında mısın?” dedi hınzır bir gülümsemeyle şaşırmamı bekleyerek. Başımı kaldırıp milyon yaşındaki ağacın yüceliğine hayret ederek kendimi kaptırmışken, “Ne yani, yaşamın kaynağı, hayat ağacı Yggdrasil bu mu? Atıyorsun şu an,” diye söylendim sadece. İçimden ise, “O ağaç, hakikaten de bu ağaç olabilir mi? Daha nelere şahit olacağım acaba?” dedim kendi kendime. Ben halen, ağzım bir karış açık, gözlerimi ağaçtan alamazken, şifacı devam etti anlatmaya: “Köklerinde âşık bir tanrıçanın kalbinin halen attığı söylenir; âşık olduğu tanrıçayı kaybetse de umudunu yitirmemiş bir tanrıçanın; gelecekte bir gün bir yerlerde yine onunla karşılaşacağına, onunla birlikte olacağına inanan bir tanrıçanın… Sevdiğine en güzel evreni hediye edecekmiş. Şöyle bir sözü var: “Dünya, aşk ve sevgiyle dolu devasa bir ormandır,” diye. Eğer Netta var olduysa, onun sayesinde var oldu. Eğer yolun buraya düştüyse de onun sayesinde. Eminim, beyhude bir ziyaret değildir seninki, seni buraya çağıran ağaçtır; yani tanrıçanın ta kendisi; çünkü her kimi kaybettiysen onu tekrar bulacağına bir işaret vermek istemiştir Sayın Veera. İnanman gerekiyor yalnızca.”
Ah, o işaretler… Dediklerine karşılık ne tepki vereceğimi sapıtmış hâldeydim, ama inanmak istedim; seni yeniden bulacağıma var gücümle inanmak istedim Sevgili Eeva, hem de kalbim sökülürcesine. Oysaki aynı kalbim birdenbire sızlayıverince konuyu değiştirmek de istedim, “Kızıl bir tilki getirdi beni buraya, arabam çamura saplanınca mahsur kaldım yolda,” dedim. Karşılık gecikmedi, “Sen arabayı hiç sorun etme, onu kurtaracak birilerini tanıyorum; ormandaki dostlarım, ayılar itekleyip halleder. Tilkiye gelince, onun adı Anu, yoldaşımdır,” dedi gururla gerinip sırıtarak.
Hah, ayılar halleder mi? Demiştim ya, daha nelere şahit olacağım acaba? İki dakika ya geçti ya da geçmedi, adının anıldığını duyan tilki geldi; berideki ağacın dibine yatarak izlemeye başladı bizi. Oysa bu esrarengiz şifacı, her ne hikmetse kendi adını bir türlü söylemiyordu. O ve ben ateş başında iki saate yakın sohbet ettik. O sırada yağmur dinmiş, bulutlar çekilmiş, yıldızlar ortaya çıkmıştı. Gece güzeldi; gece hem sakin ve serin hem de huzurluydu. Sabaha kadar oturabilirdim, ama durmaksızın esneyince ne denli uykumun geldiğini, ne denli yorulduğumu anlayıverdim. Şifacı dostum bana bir uyku tulumu verdi, “Yıldızları izleyerek uyumak ruhuna iyi gelecek,” dedi ve kendi uyku tulumunu alıp öteye doğru gitti.
Yatmadan önce ağaca baktım uzun uzadıya, sonra ağaç dibine senin küllerinden bir zerre bırakmak geldi aklıma. Bıraktım, kendimi bırakmışçasına. Hazırlanıp tulumun içine girince yeni dostumun dediği gibi yaptım; yattığım yerden dalların arasından görülebilen yıldızları bir süre izledim. İşte o an, olan oldu; gözlerim tam kapanıyordu ki, sen geldin; evet, nasıl başardıysan geldin. Önce rüya yahut bilinçaltımın oyunları sandım, sonra ellerini saçlarımda hissedince gerçekten yanımda olduğunu anladım. İlk anlarda flu gibiydin, ben de epey sakin, ama sonrasında netleşiverdin; üzerime eğilip bana, “Merhaba şapşal âşık,” deyip gülümseyiverince sen, hiç de sakin olamazdım, gözlerimi belerterek öyle bir hışımla yattığım yerden doğruldum ki geriye doğru kaçarcasına süründüm. “Yoksa delirdim mi, yoksa içtiğim çorbada halüsinojenik bir şey mi vardı?” İnanamadığım gözlerime mantıklı bir gerekçe arayan aklımdan ilk geçenler bunlar oldu.
Oradaydın; tüm endamınla karşımdaydın; iki adım ötemde dizlerinin üzerine oturmuş; sapasağlam ve sağlıklı; beyaz bir şort ve tişört vardı üzerinde; sarı saçların omuzlarında, yüzünde o hınzır gülümseme; yeşil gözlerin ışıl ışıl… Korkuya karışan sevincimle çığlık atacak oldum, ancak bir elimle ağzımı kapatırken, “Eeva, ama sen nasıl?” diyebildim sadece. Sen de tebessümle gözlerini havaya dikerek ağacı gösterdin. Anlaşılıyordu ki, kadim hayat ağacı yüzündendi gelişin. Ben hâlâ hareketsizce seni izlerken, zihnimde “Nothing’s Gonna Hurt You Baby” şarkısı çalarken ve gözlerim dolarken, sen kendinden emin hâllerinle devam ettin: “Beni buraya sen çağırdın Veera. Gelmemin nedeni sensin; senin bize inanan kalbin. Aşkın ve benden aldığın ilham şu an burada olmamı sağlıyor. Üstüne üstlük birileri fizik kurallarını bizim için bozuyor. Evet, bu ağaç, o malum ağaç; parçalanıp evrene yayılan atomlarımı bir araya getirdi sadece; kısa bir süreliğine beni görebilmen için, sana yardım edebilmem için… Bildiğin gibi, ruhu olan hiçbir şey gerçekten ölmez. İşin aslı, şu an fiziksel olarak var olmayabilirim ama zihnim, hafızam, ruhum, seni seven kalbim halen yaşıyor; sadece beklemedeyim; sen beni yeniden bulana kadar askıya alındım, hepsi bu.”
Bir anlığına gözlerimi yana kaydırıp şifacıya baktım; mışıl mışıl uyuyordu. Diğer yanda yatan tilki ise uyanıktı; masum ifadesiyle ikimizi izliyordu; bir sana, bir bana bakıyordu. Nitekim senin gerçek olup olmadığından emin olmak zorundaydım; bu yüzden kimsenin bilmediği kilit bir soru sordum sana, “Okuldayken dans salonu kapısına yaslandığımda ve seni ilk kez dans ederken izlediğim sırada hangi şarkıyla dans ediyordun?” diye. Sen de başını yana yatırarak gülümsedin, “Ah, her şeyini sevdiğimiz 80’lerin şarkıları yok mu? “Self Control” tabii ki, başka hangi şarkı olacaktı? Mezuniyet partisinde dans ettiğimiz şarkı da “Careless Whisper.” Aklıma getirdiğin iyi oldu, dans konusunda ben ne kadar iyiysem –sen de bana tam tezatlıkta– dans ederken tam bir maymun gibi görünüyorsun, keza yemek yapma konusunda ben yanında değilken sakın mutfağa girme!” diye cevap verdin kıkırdayarak. “Ayrıca şimdi drama yapar da ağlarsan giderim bak ona göre!” diye ekledin parmağını sallayarak.
Ağlamamı görmeye dayanamazdın sen, o yüzden ötenazi isteyip gitmiştin zaten. Evet, basbayağı sendin bu; tüm fedakârlığın, davetkâr göz süzüşlerin, takılgan tavırlarınla… Ağlamadım ama yine de elimde değil, zihnimde çalan o romantik şarkıyla her hareketini izlerken, doldu gözlerim. “Köydeki sakura çiçekli geyik sen miydin?” diye sordum merakla. Gözlerini yumarak dudaklarını büzdün önce, sonra gülümseyerek, “Bilmem, sence?” dedin son derece tartışmaya açık bir belirsizlikle, sonra ekledin: “Ah, sen yok musun? Sen ve senin şu metafor okumaların olmazsa olmaz elbette. Benden olsa olsa aslan olurdu herhalde,” deyip güldün dalga geçercesine. “Ama soruna açıklık getireyim. Düşünce o güzel başın öne, şu sözlerimi hatırla, yazmak için ilhamı bulduğun her yerdeyim ben; evrendeki her yerde; her işarette; seni sen yapan o saf kalbinin olduğu her yerde… Ve seni izleyip gözetiyor olacağım pek çok varlık sayesinde.”
Cevabımı almış oldum. “Keşke hep yanımda olsaydın; keşke yine içkini içerek yanımda otursaydın, ne vardı sanki?” diye cümlelerime tam devam ediyordum ki, çaresizlikten gözbebekleri titreyen bakışlara döndü yeşil gözlerin, iç çekip elini kaldırarak beni susturdun. “Keşkeleri konuşmak için gelmedim; sil baştan olan yeni başlangıçlar için buradayım,” diye başlayıp devam ettin: “Özlemediğimi mi sanıyorsun? Çok özledim, en çok da seninle baş başa film izlemeyi, müzik dinlemeyi, yemek yemeyi, sevişmeyi… Seninle her şey hakkında konuşmayı…”
Derken birden, ciddi ifadeni takınarak, “Çok fazla vaktim yok, şimdi beni can kulağıyla dinle,” dedin. “Hayat, sadece eğlenceden, kahkahadan, yemeden içmeden ibaret bir sığlıkta yaşanarak harcanıp gitmez, bunu sen de benim kadar iyi biliyorsun. Neyse ki biz çok derindik; hâlâ öyleyiz. Varoluş yolunda ilerlerken çok ızdırap çekecek, çok gözyaşı dökecek, çokça düşecek, hatta sürüneceksin; sürünmeden öğrenemezsin; dizlerini ve kalbini yaralamadan mutluluğun asıl kıymetini bilemezsin. Mahvolacaksın bebeğim, hazır ol; parçalanıp yansımalara bölüneceksin, keza ben de –ki muhtemelen– saçmalayıp pişman olacağım şeyler söyleyeceğim veya yapacağım, –ayrıntıları anlatmaya iznim yok– ama olması gereken bu; neticede çekilen acıların sonu mutlu,” diye ekledin. “İkimizin inandığı üzere, zaman nasıl doğrusal değilse, evren de tek boyuttan ibaret değildir,” diye başlayan bambaşka şeyler söyledin, unutmam gereken ama bilinçaltıma işleyip zamanı gelince çok işimize yarayacağını belirttiğin mühim şeyler; iki şanslar karşıma çıkarsa tereddüt etmeden, korkmadan, sorgulamadan kabul etmemle ilgili… Neler söylediğini gerçekten unuttum; hiçbirini hatırlamıyorum.
Doğanın koynunda, derin ormandaki gecenin karanlığında; kamp ateşi, ay ve yıldızlar bizi aydınlatırken bir süre sohbet edip eski güzel günleri yâd ettik. İki adım vardı aramızda, elimi uzatsam yanağına koyabilirdim, eminim ki sen de o elin üzerine kendininkini koyup severdin. Oysa ben, sana dokunmaya bile kıyamıyordum; çünkü dokunursam yok olacakmış gibiydin. Bu ürkekliğime hiç gerek yokmuş ki zaten gitmen gerektiğini söyleyiverdin. Ben ise, ilk öpüştüğümüz yerdeki o toy çocuk hâlimle yutkunuverdim. Gidecek olmanı mızmızlanmadan kabullensem de, “Ne olur,” dedim, “Gitmeden önce bir süre yanıma uzan ve bana sarıl.” Tereddüt dahi etmeden yaptın; bana sokulup yanıma uzandın, başını omzuma, elini kalbime koydun; nefesini yüzümde hissedebiliyordum. Uzandığımız yerden hem gökyüzüne bakarak hem de şakalaşarak bir süre yıldızları izledik, tıpkı eski günlerdeki gibi.
İç yaralarıma merhem olurcasına, “Yine görüşeceğiz bebeğim, seni sevdiğimi unutma, bana da unutturma,” dediğini, hemen ardından beni öptüğünü hatırlıyorum, ama o an uykuya dalmış olmalıyım ki sonrasına dair hiçbir şey hatırlamıyorum. Nihayetinde huzurlu bir uyku çekerek bir saat önce uyandım, şafak sökmeye yakın. Uyuduğum sırada, tilki iyice yaklaşmış bana; başını dizlerime yaslayıp uyumuş, beni ısıtan oymuş meğer; hatta başımı kaldırır kaldırmaz o da uyandı. Oysa gözlerim sadece seni aradı; sakince etrafıma bakınca anladım ki gitmiştin; yoktun ya da dediğin gibi evrenin her yerine tekrar yayılmıştı atomların. Her yerdeydin. Uyanır uyanmaz, yaşananlardan hatırladığım ne varsa sorgulamadan yazıya dökmek istedim; çantamdan defter ve kalemi alıp ağaca yaslanarak hepsini yazdım; yazıyorum.
Şifacı da az önce uyandı, hatta benim yazdığımı görünce, “Evet, evet, iyisin bugün,” dedi sırıtarak, “Harikulade bir uyku çektiğin anlaşılıyor.” Sana yazarken biraz mahremiyete ihtiyacım var tabii; bu nedenle ses etmeyip istifimi bozmadan yazmaya devam ettim. Ancak o, kendi başına konuşmaya devam etti, –bak halen ediyor, aynen aktarıyorum– “Bu arada, benim ismim Arvi. Babam Eri Malinen hep şöyle derdi: İsimler önemlidir; karakterimizi belirler.”
Bence de doğru demiş, ne de olsa sen Hayat, ben de Gerçek olanım, değil mi? Demek mahvolacağım ha? Sonu seninle mutluluksa, mahvolmaya razıyım Eeva. Sevgilerimle. Veera.
(Devam edecek)
(Bu yazı dizisi, roman kahramanı Veera’nın seyahatinde sevgilisine yazdığı mektuplardan oluşmaktadır ve Diğer Evrenin Senaristi romanı yan hikâyesidir; bu romanın devamı olan Diğer Evrendeki Kadın ve Parçalanmış Yansımalar romanlarına göndermeler ve detaylar barındırmaktadır.)
Şeyda AYDIN, Diğer Evrenin Senaristi, İkinci Adam Yayınları, 1.Baskı, 2018 Aralık – 2.Baskı, 2021 Mart
Şeyda AYDIN, Diğer Evrendeki Kadın, İkinci Adam Yayınları, 1.Baskı, 2019 Şubat
Şeyda AYDIN, Parçalanmış Yansımalar, İkinci Adam Yayınları, 1.Baskı, 2019 Eylül
Görsel Künye: Veikko SUIKKANEN, Tilki, Finlandiya