Sevgili Eeva,
Atların özgürce koşturduğu kırları ikiye bölen yollar boyunca ilerlerken ve şarkı listemiz başa sarıp tekrar ederken yine düşündüm seni. Düşünürken bu sefer yollarda değil de an’larda kayboldum; çünkü sen bazen, bana seni hatırlatan o şarkıyı ilk dinlediğim zamana geri gitmeksin; her şey hakkında konuştuğumuz o geceye dönüp, nezaket ve şefkat akan gülümsemende kendimi kaybettiğim an’sın… Sen de bilirsin ki, paha biçilemeyen an’lar vardır insan hayatında; hani, sonsuza kadar orada yaşamak istesen de, zamana direnemeyip yaşlanan ellerinden kayıp gittiğini anladığın ve hiçbirini geri getiremeyeceğin gerçeğiyle yüzleştiğin… Yüzleşince de sağına yattığın yatakta bir zamanlar sol tarafında yatanı bulamayınca uykularını kaçıran; gecenin üçünde yalnız yatağından kaldırıp, yoğun hisli şarkılar dinlemene sebep olan, öte yandan kendini bir anda yazarken bulmana sebep olan an’lar… Evet, zaman dediğimiz şey evrende insafsızca akıyor, insanları da sevdiklerinden umursamazca alıyor olabilir, ancak alamıyor benden seni; her geçen gün sensizliğe direniyor dingin kalbim, büyüdükçe büyüyor derin özlemim… Hayatım, bir başıma kendimi vurduğum yollarda böyle geçip gidiyor işte; sensizken bile sensin hayatım. Öğreniyorum ve büyüyorum; geride bıraktığın o çocuk anbean değişiyor.
Bugün sözlerime nasıl başlayacağımı bilemeyecek kadar dolunca, anca böyle dramatik bir giriş yapabildim. Seni üzdüysem affet beni, bilirsin ki hiçbir şeyin incitmesine izin vermeyecek kadar çok seviyorum seni. Tıpkı şarkımızdaki gibi, “Hiçbir şey senin canını yakamayacak.” Gerçi, fevri ve sivri hislerimin kurbanı olup istemeyerek de olsa kırmış, kızdırmışımdır, orası kesin. Oysa bir diğer şarkımızda dediği gibi asıl ben, “Kalbimi memnuniyetle senin için kırarım.” Aslında içimi döküp hislerimi ifade ederken bile farkında olmaksızın bencilce yazdığım veyahut sarf ettiğim tüm cümlelerden korumalıyım seni. Kilit vurmalıyım önce dilime, sonra kalemime. Bazı hisler kelimelere dönüp cümleler hâlinde art arda dökülünce istemeden de olsa acıtır çünkü. Bir yara varsa, tuz basarcasına incitirler… Oysa iki dudağımın arasından tam dışarı çıkacakken hepsi, ağlamaktan yorulmuş gözlerim dolsa da o vakit, başımı çevirip dişimi sıkmalıyım; acımı, yasımı, ızdırabımı her ne varsa tümünü tutup bastırmalıyım içimde. Kaybedeceğimden habersizken yolumda yürürken, aniden keskin bir baltanın üzerine kazara düşmüşçesine acısa da, susmalıyım; çığlık atmamalıyım. Evet, ne yazık ki, hissettiğim acının cümle hâlinde en özensiz tarifi bu; kalbime saplanmış görünmez bir balta ile yaşıyorum. Artık kabullendiğim üzere; seni kaybettim nihayetinde. Bırak layığıyla otursun içime; bırak otursun keder, hem de beni bırakıp gittiğin günden daha beter. Bırak beni; ardında bıraktığın gibi âşık bırak; ama ne olur sadece bana bırak kalbini… Benden alınmış olan sen, şimdi ola ki çıksan karşıma, inan dimdik dururum karşında; susarım, tutarım kendimi, tutarım kederimi… Yeter ki sen üzülme; sadece gülümse. Ah Eeva, sadece gülümse ve elimden tutup götür beni tanıştığımız o geceye. Ve her şey, tüm ilişkimiz senin kurduğun sofrada baş başa otururken sil baştan başlayıverse… İnan bana en iyi olurum; daha iyi ve iddialı bir Veera olurum; hatta o tuttuğun elimden gelenin fazlasını yapar, kılı kırk yarar, kırk takla atarım. Yine istiyorum; yanında yürüyüp seninle birlikte eve gitmeyi; güven ve huzur çatısı altında senin özene bezene yaptığın yemekleri yiyip şaraplarca içmeyi; sanattan edebiyattan konuşup sohbet ederek gülmeyi; sonra göz kamaştıran bembeyaz çarşaflarda sevişmeyi; daha önce hiç dokunmadığım kadar pervasızca tenine dokunmayı; hatta en iyi eserimi mikronlarına yazarcasına, her yerini alev alev yakarcasına sevmeyi… Kıskanılmayı ve barışma sevişmelerini ne kadar çok sevdiğimi bilirsin, yine ufak ufak atışsak, hemen ardından da tutkulu tutkulu sevişsek… Ben kaçsam, sen kovalasan; yakalayınca da kucaklasan… Yine yapsak sil baştan, ne var sanki? Bunların yanı sıra –şimdi yaptığım gibi yalnızken değil de– seninle birlikte çıksak seyahatlere; denizlere dalsak; dans etsek… Evet, evreni büyüleyip yerinden oynatacak kadar çok seviyorum seni. Seviyorum ve özlüyorum; ikisi bir arada olunca bir yanım aydınlık, diğer yanım karanlık; bir yanım kalbimin içi kadar yakın, diğer yanım uzayın dibi kadar uzak… Bazı geceler yatağa uzandığımda karanlık uzay beni esir alınca da olanlar oluyor; çektiğim özlem yalnız yattığım yataktayken beni kıskıvrak yakalıyor, sanki odanın tavanı yarılıyor, sonra devasa bir kazandan tam üstüme tonlarca kum devriliyor; nefes alamıyorum. Sen beni bırakıp giderken senin alamadığın son nefes gibi nefes alamıyorum.
Arvi ve olağanüstü ayıların, saplandığı bataktan arabamı kurtarması ile derin ormandan çıkıp tekrar yollara düşmemim üzerinden hayli zaman geçti; tam bir ay resmen uçup gitti. Yağmurlar, nemli bir sıcağa bıraktı yerini. O zamandan bu zamana epey kilo verdim. Duştan çıkınca çıplakken, takıntılı olduğum vücuduma ve karın kaslarıma aynada bakınca, net olarak görebiliyorum hâlimi. Evet, beni son gördüğünden beri iyice küçüldüm, oysa küçülen sadece bedenim, büyüyüp duran ve evrenin her köşesine yayılansa, elbette ki seni sevmeye devam eden kalbim. Geçen günler motosikletimi özlediğimden olsa gerek, bir trafik kazası geçirdiğimi gördüm rüyamda. Tek kelimeyle korkunçtu. Kırılmadık kemiğim kalmamıştı; neredeyse ölmüştüm, ama gözlerimi bir hastane odasında açınca, seni gördüm tam karşımda. O an kemiklerimin yeniden kaynadığını hissettim; yenilendim. İnan ki, bana geleceğini ve aşkla bakacağını bilsem, motosikletle havalarda uçar kırarım tüm kemiklerimi; değil sadece kemiklerimi veya kalbimi, büsbütün parçalarım kendimi. Tıpkı, başka bir evrende seni bulduğumu yazdığım ve “Diğer Evrenin Senaristi” ismini verdiğim son senaryomdaki gibi… Bilinçaltım etkilenmiş olmalı. Neyse, rüya işte…
Dün öğlen ulaştım şu an bulunduğum sahile. Nasıl olduysa başardım yolumu kaybetmeden, tuhaflıklar yaşamadan buraya kadar gelebilmeyi. Hakikaten hayret edilesi! Ama tuhaflıklar peşimi bırakır mı? Elbette hayır! Şimdi anlatacaklarım buraya ulaştıktan sonra başıma gelenler. Hâlâ takip ediliyormuş hissi yaşıyor olmamla beraber bana basan ateş yetmezmiş gibi, bir de üzerine hava öyle sıcak ki, çadırını kurmuş, karavanını çekmiş insanların olduğu bu sahili görür görmez, kan ter içinde arabadan attım kendimi. Bagajdan bavulumu kapınca tabanlarım alev almışçasına zıplar gibi ilerledim hemen; bir çadır ve şezlong kiralamak, ardından turkuaz denizde yüzmek geçiyordu içimden. Yaptım da, hem de ziyadesiyle keyif alarak. Beyaz bikinimi giyer giymez soğuk sulara bıraktım sıcak bedenimi. Açıklığa doğru biraz yüzünce, yunuslar etrafımda turlarken, su üstünde dengede kalıp kıyı boyunu ağır çekimde izledim bir süre. O noktadan gördüğüm upuzun sahil manzarasını aktarmam gerekirse; yemyeşil orman ile birleşen berrak deniz nasıl görünürse aynen öyle muazzam. Netta’nın nadide insanlarını anlatmaya gerek yok; hep aynılar; cinsiyet eşitliği ve cinsel yönelim özgürlüğü sayesinde kendi hâllerinde ve mutlular… Her renkten insan; her renkten hayvan; herkes huzurlu… Bir yanda servis yapan garson robotlar, diğer yanda geometrik şekilli restoran, öte yanda renk renk çadırlar ve karavanlar… Sahilden kulağa gelen şarkılar, Netta’nın retro-fütüristik atmosferi ile bütünleşiyor, âdeta seksenli yılların ezgileri… Meğerse burası ünlüymüş; kıtanın en güzel ve en nostaljik sahillerinden biriymiş… Kumsal tarafında çocuklar ve hayvanlar birlikte koşturup oynuyor, aileler yiyip içip güneşleniyor, sevgililer koyun koyuna uzanıp öpüşüyor, sahilin öteki yakasındaki bir grup genç ise sahne kurup hazırlık yapıyor; gece başlayacak dans partisi için. “Oh Evet!” diye coştuğunu duyar gibiyim, hı hım tam senlik, değil mi?
Ne acıktığımı ne de hava kararana kadar yüzdüğümü fark etmişim. Bir sandviç ve bira alıp şezlonguma kurularak keyifle yiyip içtikten sonra tam uyuyacaktım ki, bir kadın geldi yanıma; arka taraftan aniden çıkıp, elindeki iki dondurma külahından birini bana uzatarak, “Sana aldım, vişneli ve karamelli,” dedi. İçimden, “Sen de kimsin?” diye sorarken anca sessizce süzdüm onu. 173 boyunda, otuzunun başında, hayli çekici ve mavi gözlü bir kadındı karşımda dikilen. Nadir rastlanacak güzellikte bir gülümseme vardı yüzünde; beyaz bir tişört ve şort üzerinde; beyaz ayakkabılarsa ayağında… Kıskanırsın diye söylemeye çekiniyorum ama enerjisiyle seni anımsattı bana. O şapşallığımla dondurmaya –ellerinde erimesine kıyamadığımdan– uzanıp alırken, “Şey, teşekkür ederim de, nereden biliyorsun dondurmayı aynen böyle sevdiğimi?” diye sormuş bulundum. Şüpheli bakışlarım onu izlerken, hareketlenerek devam etti. “Bilmem, ben de seviyorum, belki ondandır,” diye cevap verip yandaki şezlongu yanıma çekerek oturdu. “Yalnız olduğunu görünce eşlik etmek istedim,” diye de ekledi. Kalkanlarımı kaldırıp kibarca karşılık vermeliydim. “Merhaba öyleyse… Sen de mi yalnız seyahat ediyorsun?” diye sordum. Sorumu geçiştiren bir cevap vererek, “Uzun bir seyahatteyim, ama nasıl bir seyahatte olduğumu anlatsam da inanmazsın,” dedi. Nedendir bilinmez, heyecanlı bir huzur kapladı içimi. Belki de seninle sahilde oturduğumuz kusursuz günlere dair yaşadığım dejavu hissinden olsa gerek. Bu yüzden sorgulamadım; dostça sohbet etmek iyi gelir diye düşündüm. Kaldı ki zaten iki dakika içinde kendiliğinden gelişen bir sohbetin akışına bıraktık kendimizi. Paralel evrenlerden, olasılıklardan, en önemlisi aşktan konuştuk bir cuma akşamında. Sohbetimiz kısaca yazılıp geçilemeyecek kadar uzun ve derindi. İyi hissettirdi. Yine de yazmadan geçemeyeceğim değişik şeyler söyledi; bir ara filozof kesildi. Aşk ve ayrılık hakkında konulara daldığımız bir an, gözlerini denize sabitleyip daldı. “Bazen hayat böyledir; iki taraf için yapabileceğin en iyi şey, yapamayacağını söylemek ve gitmek zorunda olmandır. Sevsen de… İleride bir gün sen de anlayacaksın bunu,” dedi yüzüne yayılan eskimiş bir hüzünle.
Neden böyle bir şey dediğini anlamadım tabii. Çantasından sürpriz yapar gibi çıkardığı enfes şarabı bitirirken, saatlerce konuştuğumuzdan zamanın nasıl geçtiğini ve gecenin yarısı olduğunu da anlamamıştım haliyle. Denizden esen serin rüzgârın verdiği tat ile arkadaki partinin ambiyansı, çilek üstüne ekilen pudra şekeri gibi olmuştu elbette. Derken bir anda ayağa kalktı. “Artık gitmem gerekiyor, seninle vakit geçirmek harikaydı,” dedi. O an’a kadar her şey olağandı, ta ki tüylerimi ürperten bir final konuşması ile gidene kadar. Bir film sahnesindeymiş gibi, arkası dönükken başını yana çevirip dedi ki, “Hikâye son diye yazılınca bir kapı açılacak, işte o zaman şu anki seyahatime senin yansımanla çıkacağım ve gün gelip, özlemini çektiğin mutluluğu bulduğunda gerçekten tanışacağız; senin yansıman bunu sağlayacak; beni sana, evine getirecek. İyi ki varsın; çünkü sen olmasaydın, o da olmazdı. Abuk sabuk konuşuyor olduğumu düşünebilirsin, ama söyleme gereği duyuyorum, seni sen yapan kalbinle benim için efsanesin Sevgili Veera Virtanen.”
O an, onca sohbetimize rağmen isimlerimizi hiç sormamış olduğumuz aklıma geliverince beynimin büzüldüğünü hissettim. Asıl takılmam gereken yere; yansımalara ve efsaneye değil, başka yere takıldım. “Nasıl ya? İsmimi biliyorsa beni tanıyor demektir!” dedim içimden. Aşırı hayret ifademle donmuşken fazla vakit harcamış, öylece kalakalmış olmalıyım ki, arkada dans eden kalabalığın arasına karışıp çoktan gözden kayboldu. Aklımdaki soruları soramadan kaçırdım onu. Netta evreninde yaşadığım akılalmaz olayların ardı arkası kesilmediğinden midir nedir, hakikaten şaşırmıyorum artık. Sen de fark ettin mi? Ne zaman karanlık çökse ruhuma, birileri çıkıyor karşıma; sanki evrenin koruyucuları koşuyor imdadıma.
Bunaltmadan başka konuya atlasam iyi olacak. Bu sabah radyoda duyduğum kadarıyla Netta’da pek çok şeyin değişeceğini sana söylemeye can atıyorum. Burası senin bıraktığın gibi değil artık. Nanoteknoloji öyle ilerlemiş ki, on yıla kadar gençleşme tesisleri kurulacakmış; insanlar kapsüllere girip yaşlanan hücrelerini yenileyecek, tıpkı gençlik hâllerindeki gibi görüneceklermiş, hayal edebiliyor musun? Bilimin olumlu yönleriyle âdeta evrimleşiyor insanlık. Bu habere en çok, “Yaşlanıyoruz bebeğim,” deyip duran sen sevinirdin herhalde. İkinci ve son haberime gelince –ki asıl sürpriz bu. Hani derdin ya hep, “Bir gün tüm dünya seni tanıyacak sevgilim, ben sana inanıyorum,” diye. İnançlarını boşa çıkarmayacağımı anladığım gündür bugün; çünkü bu sabah olan oldu. En büyük film şirketinden aradılar beni; senaryomun beğenildiğini ve gerçek bir sinema filmi olacağını ilettiler. Yarı yarıya ayvayı yemiş antika cep telefonuma nasıl ulaşabildiklerine daha çok şaşırdığımı söylemeliyim. Şans işte. Sensizken başarılarıma bile yarım yamalak sevinir hâldeyim; hıçkırarak ağlamak ile kahkahayı basmak arasında bir yerdeyim. Günün birinde, dünyanın en iyi senaristi, en iyi yazarı olsam; adım ve başarılarım dilden dile dolaşsa da, yanı başımda sen nefes almayınca hiçbir manası yok; dünyanın en mutsuzu yine benim. İşte bu yüzden, bazen sadece pes etmek geliyor içimden. Sevgilerimle. Gerçeğin; Veera.
(Devam edecek)
( Bu yazı dizisi, roman kahramanı Veera’nın, seyahatinde sevgilisine yazdığı mektuplardan oluşmaktadır ve Diğer Evrenin Senaristi romanı yan hikâyesidir; bu romanın devamı olan Diğer Evrendeki Kadın ve Parçalanmış Yansımalar romanlarına göndermeler ve detaylar barındırmaktadır. )
Şeyda AYDIN, Diğer Evrenin Senaristi, İkinci Adam Yayınları, 1.Baskı, 2018 Aralık – 2.Baskı, 2021 Mart
Şeyda AYDIN, Diğer Evrendeki Kadın, İkinci Adam Yayınları, 1.Baskı, 2019 Şubat
Şeyda AYDIN, Parçalanmış Yansımalar, İkinci Adam Yayınları, 1.Baskı, 2019 Eylül