Sonrası: İnsan İzlerinin Çözülüşü
Sonrası: İnsan İzlerinin Çözülüşü

Sonrası: İnsan İzlerinin Çözülüşü

2 Nisan 2024

Galeri 77, sanatçı portföyünden Karen Arakel, Roman Babakhanian, Mehmet Resul Kaçar, Roman Kakoyan, David Martirosyan, Sergey Narazyan ve Arthur Tonakanyan’ın çarpıcı işlerini bir araya getirdiği çok özel bir sergiye 14 Mart–5 Mayıs tarihleri arasında ev sahipliği yapıyor. “Sonrası: İnsan İzlerinin Çözülüşü”, doğa ve insan arasındaki karmaşık ve sömürü üzerine kurulu olan ilişkiyi inceleyen ve insanın ayak izlerinin yok olma serüvenini tasvir eden bir sergi.

Düşündürücü eserler ve sürükleyici kareler aracılığıyla doğa ile ilişkimizi, gezegenimizin ekosisteminin hassas dengesi üzerindeki derin etkimizi ve Dünya’nın sakinleri olarak rolümüzü yeniden değerlendirmeye çağıran bir davet. İnsanların artık var olmadığı bir dünyayı hayal etmek, olası sonuçları keşfetmek ve doğanın kaderini şekillendirmedeki rolümüz üzerine düşünsel bir deneyim.

Sonrası: İnsan İzlerinin Çözülüşü
Sonrası: İnsan İzlerinin Çözülüşü

Günümüzde sürdürülebilir uygulamaları benimsemek ve tüm yaşamın hassas bir denge içinde devam etmesine olanak tanıyan biyolojik çeşitliliği korumanın aciliyetini anlatmanın birden fazla yolu var. “Sonrası: İnsan İzlerinin Çözülüşü” ise bunları muhtemel tehlikeleri bir tehdit şeklinde bağırıp göstererek değil, yaşanmışlıklar üzerinden bir anı defteri veya doğanın bir biyografisi gibi gerçekleştirmeyi seçiyor. Seçkide yer alan eserler aracılığıyla medeniyetin izlerini ve insanların arkalarında bıraktıklarını görüyoruz. Binlerce yıl boyunca doğaya karışamayacak hurdaların, yıkıntıların ve kalıntıların ömürlerinden birer kare karşımıza çıkarıyor sergi; ardından daha da ileriye gidiyoruz içinde yaşadığımız gezegenin kendine ait olanı geri aldığı ve muhtemelen insanlığın asla deneyimleyemeyeceği bir zamana. Doğanın kendini iyileştirme sürecinin ileri aşamalarına, insan uygarlığından binlerce yıl sonraya, bir ütopyaya, bir düşe…

İnsanın kibrinin, hırsının ve aksiyonlarının kümülatif bir yansıması olan sergideki işler herhangi bir figür içermiyorlar. Çoğunlukla peyzaj eserlerden oluşan bu seçki, yer yer karanlık renkler, distopik bir hava ve insanlığın ayak izlerini içerirken diğer bir yandan canlı, rengarenk ve eski kudretini yeniden kazanmış bir ütopyayı anlatıyor. Bir tarafta doğa, bir tarafta insan ve ikisinin amalgamı.

Sergi anlatmak istediği geleceğin veya alternatif bir gerçekliğin nedenini üç ana kavram altında bir araya getiriyor; Sanayileşme, tüketim toplumu ve antroposantrizm.

İnsanın doğaya karşı olan sömürü hikâyesinin en büyük nedenlerinden biri sanayileşmenin yükselişi ve buna eşlik eden insani ilerleme ile ne pahasına olursa olsun ekonomik büyüme ideolojisi. 18. yüzyılda başlayan sanayi devrimi özellikle 1900’lü yılların ikinci yarısında teknoloji, imalat ve ulaşım alanlarında önemli ilerlemeler sağlamış ve insan toplumu üzerinde pek çok olumlu etkisi olmasına karşın doğal kaynakların daha önce görülmemiş ölçekte sömürülmesine de yol açmıştır. Bu üretim ve kârı maksimize etmeye odaklanan yaklaşım, çevresel sürdürülebilirlikle ilgili kaygıları çoğu zaman gölgede bırakılarak ekosistemlere zarar veren ve doğal kaynakların hunharca tüketildiği uygulamalara yol açmıştır.

Sanayileşmenin yükselişiyle ortaya çıkan bir diğer faktör de 20. yüzyılda oluşmaya başlayıp kısa sürede dünyanın pek çok yerine yayılan tüketici toplum yapısıdır. İvme

kazanan üretimle eşzamanlı bir şekilde ortaya çıkan tüketim alışkanlıklarının gerçekleştirilebilmesi adına tüketim eylemi; kişisel mutluluk ve sosyal statünün maddi varlıklara bağlı olduğu fikri ile özdeş tutularak reklam ve pazarlama araçlarıyla sürekli teşvik edilmiştir.

Son olarak Antroposantrizm, yani insanların evrenin merkezi ya da en önemli varlıkları olduğu inancı rol oynamıştır. Bu ideoloji, ekosistemlerin değerini ve tüm canlı varlıkların birbirine bağlı olduğunu kabul etmek yerine, doğanın yalnızca insan kullanımı ve sömürüsü için var olduğu algısına yol açmaktadır. Aristoteles’e göre doğa, bulduğu tüm kaynakları kullanma hakkına sahip olan insanların ihtiyaçları için özel olarak yaratılmıştır. Biyolojik çalışmalarında üç tür ruh arasında ayrım yapmaktadır: Birincisi, bir organizmanın büyümesi, beslenmesi ve üremesiyle ilgili olan besleyici (bitkisel) ruh; ikincisi, hayvanlarla ve insanlarla ilişkili olan ve algılama ile duyum yeteneklerini içeren hassas (hayvansal) ruh; ve sonuncusu ise sadece insanlara özgü olan ve daha yüksek bilişsel işlevler, akıl ve zekâ ile alakalı rasyonel (akılsal) ruhtur.

İnsanları diğer canlı varlıklardan ayıran bu ruhani üstünlük fikri 17. yüzyılda Descartes tarafından da bitki ve hayvanların bir yaşam formu değil, karmaşık bir saat mekanizması gibi çalışan cansız nesneler olduğu düşüncesiyle desteklenince insan hegemonyası daha da bir hız kazanmıştır. Aristoteles’in bahsettiği üç tür ruhun hepsine sahip olan insan ırkının hayvanlar ve bitkiler üzerindeki üstünlüğü göz önüne alındığında, insan yaşamı dışındaki herhangi bir şeyin refahı konusunda hiçbir etik kaygı duyulmadan doğa tamamıyla yok sayılmıştır. İçerisinde yaşadığımız gerçekliğin aksine sergi sadece bu mekanikleştirilmiş iki ruhu içerir. Domine eden öğelerden arındırılmış bir duruluk, sakinlik ve huzur hüküm sürer.

Sergide izlediklerimiz insanlar için yaratılmamış bir dünyanın olasılığı; aslında bu bir hayal. Doğanın ve Dünya’nın gördüğü bir rüyaya bakıyoruz. Uyuklamakta olan bir hayat görüyoruz, Dünya’nın kâbusları ve düşleri burada bir araya geliyor. Eserler, içerisinde yaşadığımız dünyanın gerçeğini tasvir ediyor gibi gözükse de gerçeklik bu değil, en azından henüz değil. Bu hala genç olan Dünya’nın arzularının bahçesine girebilme şansımız. Bunlar bir gezegenin akyuvarlarının verdiği görünmez savaşın resimleri ve iyileşme süreci. Travmalarından arınmak için attığı adımlarla, terapi süreci. Bütün bunlar ona verilenlerle, içerisinde barındırdıklarıyla neler yapacağı ve sonrası…

Yedi Sanatçıdan 24 Eser

“Sonrası: İnsan İzlerinin Çözülüşü” sergisi “Eğer bugün insanlık ortadan yok olsaydı geride bıraktıklarına ne olurdu?” sorusuna cevap ararken insanın ayak izleri ve doğanın zaman içinde bunları yutarak tamamen silmesi ve en nihayetinde insansız bir geleceğe nasıl devam edebileceği üzerine farklı bir bakış açısı sunuyor. Seçkide yer alan her eserle adeta bu sürecin çeşitli evrelerine şahitlik ediyoruz: İlk evrede insan dışındaki her şey yerli yerindeyken ikinci evrede medeniyete dair tüm izlerin yavaş yavaş çözülmeye başlamasını ve en son noktada insanlığa dair hiçbir kalıntının kalmadığı ütopik bir zamanı gözlemliyoruz.

Çocukluğundan beri hayal gücü yoluyla çizmekte zorlanan, çevresindeki yaşamdan ve gördüklerinden yola çıkarak resim yapmanın kendisi için daha kolay olduğunu belirten David Martirosyan’a göre resimdeki en önemli unsur kompozisyondur. Resim yaparken bir fotoğrafçı gibi düşündüğünü belirten Martirosyan’ın yaşamdan alınmış birer sahneyi andıran işlerinde doğa ve insan ürünü unsurlarının ahenk ve simetrisinin ideal halini

yakalamaya çalıştığını görürüz. Doğum yeri olan Kapan’ın coğrafik yapısını kullanarak insanların bu araziye nasıl uyum sağladığını resmeder. Bu tasvirin sonucu olarak izleyici karşısına doğa ile insanın girift yapılanması ve bu yapılanmanın ardında kalanlar çıkar. Sanatçının sergide yer alan eserlerini izlerken sanki insanlığın alel acele ortadan kaybolduğu ütopik bir zamanın en erken aşamasına tanıklık ettiğimiz hissine kapılırız.

Resimlerindeki özgün tekniği ve ustalıkla kullandığı sarı tonlarına aşina olduğumuz Mehmet Resul Kaçar, eserlerinde aidiyet ve özlem gibi konuları işliyor. Güney Doğu Anadolu’nun altın renkli bozkır manzaraları izleyiciyi sakinleştirici bir düşünsel ve duygusal serüvene çıkarıyor. Mehmet Resul Kaçar için bozkır; yalnızlık, sonsuzluk ve hüznü anımsatır haldedir. Bu melankolik durum; doğanın bozulan dengesi, kaybolan canlı türleri ve insanın doğa ile olan ilişkisinin bir zamanlardaki uyumlu haline dair bizlere ip uçları sunarken bir yandan da eskiye duyulan büyük bir özlemi dile getirir. Mehmet Resul Kaçar’ın “noktalama” ve “tarama” adını verdiği meşakkatli boyama teknikleri aracılığıyla yaptığı ton geçişlerindeki vurgu, doğanın hareketliliğine dair bir gönderme yaparak hayatın döngüselliği ve yenilenmesi üzerinde durur. Kaçar’ın resimlerinde insanın, hayvanlarla ve doğa ile olan pozitif ve negatif ilişkileri irdelenir. Resimlerde beliren elektrik direkleri, asfalt, tek tük binalar ve toprak yollar kompozisyonun akışına canlılık katan unsurlar olmanın yanı sıra insanın doğada bıraktığı izlere dair bizlere kanıtlar sunarken bir yandan da doğanın bunlar karşısındaki kırılganlığını konu alır.

Resimleri fotogerçekçi olan Roman Babakhanian, eserlerinde objeleri öyle bir bakış açısıyla ele alır ki izleyiciye abidevi gözükürler. Dolayısıyla bu hal imgelerin görsel algısını çok daha ilgi çekici kılar. Maddelerin gerçekçi ifadesi ve plastisitesi sanatçı için büyük bir önem arz etmektedir. Resme duyduğu büyük sevgi, resimlerin boyamasına gösterdiği önemde yatmaktadır. Sanatçı, objeleri kompozisyonunun merkezine alır ve onları kusursuz şekilde betimler. Boyalı objelere özel bir gizem katan renkler seçip, onları eserin ana fikri haline getirir. İster bir taş ister bir meyve olsun, Babakhanian’ın eserlerinde objeler her zaman günlük hayatta algılamaya alışık olduğumuzdan fazlasıymış gibi dururken renkler ve ışık geçişleri imgeleri daha da kutsallaştırır. Alışmış olduğumuz natürmortları dışında bu sergide yer alan peyzaj resimleri ise izleyiciye adeta bir ütopyayı anımsatır. Realizm ile sürrealizm arasında dans eder şekilde beliren bu peyzajlar doğanın pürüzsüzlüğü ve mükemmelliği üzerine öğeler taşır.

Eserlerinde içinde yaşadığımız mekânlara odaklanan Roman Kakoyan, ağırlıklı olarak tek kaçışlı perspektifle oluşturduğu iç mekân kompozisyonlarını Hockney’vari çarpıcı renk paleti, ışık, gölge ve çeşitli kontrastlıklarla zenginleştirerek yarattığı illüzyonik etkiyle derinlik algımızı şaşırtan işleriyle ön plana çıkıyor. Sanatçı için strüktür çizme düşüncesi bina ve iç mekânların kendi sanatını anlatmakta arzu ettiği izlenimi yaratmanın en iyi araçları olduğunu keşfetmesiyle ortaya çıkan bir durum. Eserlerinde çoğu zaman iç ve dış mekanların doğa ile olan etkileşimi üzerine unsurlar veya hikâyeler izlenmektedir. Sergideki serisinde ise insanlığın kalıntılarının doğa tarafından geri alınma sürecine tanıklık edilir. Kakoyan’ın kullandığı tek kaçışlı perspektifle verdiği ilave derinlik hissi ise sanki bir yol haritası gibi bir yandan doğanın kendi iyileştirme sürecini tasvir ederken diğer yandan insanlık tarihinin başında beri doğayla yaşadığı ileri ve geri alışverişi anlatır.

Arthur Tonakanyan, kırsal yaşama dair sahneler ile gündelik hayattan kesitler sunan kompozisyonlarıyla abartılı perspektif ve rengin ön plana çıktığı, yer yer soyut detaylarla bezeli eserler üretmektedir. Resimlerinde ya tamamen sükûnet ve huzurun hüküm sürdüğü uçsuz bucaksız köy manzaralarıyla, ya da iç ve dış alanların birbirine karıştığı hayali hibrit mekânlarla karşılaşıyoruz. Sanatçının dış alan resimlerinde insan yoktur, sadece dramatik

iniş ve çıkışların hâkim olduğu hareketli bir coğrafyaya sahip abartılı ve kısmen karikatürize edilmiş köy manzaraları resmedilmiştir. Eserlerinde insanların eksikliğine rağmen insanlığın kalıntıları eksik değildir. Yıkılmış, eskimiş ve hatta harabeye dönmüş binalara terk edilmiş hurda halindeki arabalar eşlik etmektedir. Bu resimlerde, geride bıraktığımız hiçbir şeyin eskisi gibi kalmayacağını ve zaman içinde nasıl çözülüp dönüşeceğine dair ip uçları ediniriz.

Sergide kâğıt üzerine pastel işleri olan Sergey Narazyan, çalışmalarında teknik olarak sadece bu malzemeyi kullanan bir sanatçı. Akademiden mezun olduğundan bu yana başka hiçbir malzemeye yönelmeden pastel tekniğinde uzmanlaşmayı tercih etmiş ve zaman içinde bu tekniğini geliştirerek en üst noktaya taşımayı başarmıştır. Özellikle de monokrom işlerinde sanatçı pasteli füzen ve karakalem gibi çok farklı algılanabilecek şekilde kullanır. Sanatçı genelde eserlerinde hayatın yavaş yavaş dönüşerek uykuya çekilmeye başladığı sonbahar tonlarını tercih eder. Tamamen yaşamdan yoksun veya tek tük canlının hayal meyal seçilebildiği puslu ve dingin uçsuz bucaksız doğa manzaraları ile eskimiş, terkedilmiş ve belki de çoktan unutulmuş hayalet kasabaların hüzünlü görüntülerinin yer aldığı pastoral resimler, insanlığın mekanik kalıntılarının kaybolma serüveninin ilk aşamalarını gösterir. Aynı zamanda ise hayatın olgunluk evresi ve doğanın insan elinde gerçekleşen bir fiziksel yaşlanmasını merkezine alır. Bu resimler, hayatın yükü altında gittikçe ezilen ve yaşlanmanın getirdiği tüm tahribatı üzerinde taşıyan kırılgan bedenlerine rağmen hala daha buruk bir mutluluk ve derin ifadeler taşıyan bir dünyayı tasvir eder. Tüm resimlerde ortak melankolik bir his hâkim sürerken sanatçının yer yer yumuşak ve sert boya dokunuşlarıyla bir araya getirdiği ustalıkla inşa edilmiş kompozisyonlarında sanki hep var olacakmış sandığımız ve hatta hep hatıralarımızdaki gibi canlı kalacağını düşündüğümüz çevrenin zaman içinde uğradığı tahribatı, bizi bekleyen bir distopyayı ve muhtemel çöküşü hissederiz.

Eserlerini ARAQEL ismiyle imzalayan Karen Arakel, sanat tarihinin farklı dönemlerine ve çeşitli uygarlıklara ait estetik algılarını eserlerinde bir araya getirir. İlhama oldukça açık olan sanatçı; ruh, sanatsal yaklaşım, vizyon ve estetik değerler açısından kendisine yakın olan teknikleri, dönemleri ve sanatçıları eş zamanlı ve bilinçli olarak belirlemiş ve tanımlamıştır. Farklı çağlardan kültürlerle karşılaşmalar ve bu kültürlerin gündeme getirdiği konuların incelenmesi kendi yaratıcılığının ipuçlarını edinmesinde önemli bir araç haline gelmektedir. Bu amaçla sanatçı yıllar içinde Arkaik, Helenistik, Klasik ve Rönesans sanatlarının yanı sıra Dadaizm, Sembolizm, Soyut Dışavurumculuk, Sürrealizm, Post- sürrealist Modernizm gibi birçok farklı akım ve üslupları mercek altına alarak derinlemesine analiz etmiş ve en nihayetinde kendi yorumuyla eserler üretmiştir.

Fazlasıyla izole ve aynı zamanda doğaya ve insanlığa çok yakın, gerçek ve aynı zamanda tamamen hayali. Karen Arakel’in sanatında sürpriz unsurları, beklenmedik yan yana dizilişleri ve sürrealizme özgü olmayan temel özellikleri hemen fark edilmektedir. Karen Arakel’in eserlerinde resmettiği iç gözlem sahneleri doğa alegorisinin çeşitli kılıklarını yansıtır, sergide gördüğümüz eserlerin dışında bazen de insan figürleriyle canlanır. Bu sahneler gerçek ile gerçeküstü dünyaları tasvir ederken, el değmemiş bir doğanın muhtemel hallerinin hayalini kurar. Rüyalar, önseziler, içe bakış, insanın ilkel içgüdüleri, sevinçleri, içsel korkuları, saf ve etkilenmemiş bütünlüğü ile çeşitli alegorik imaları ve sembollerin kullanımı sanatçının titiz çalışmalarına konu olmuştur.

Karen Arakel, farklı ülkelerin resim sanatını ayrıntılı olarak araştırmış, becerilerini geliştirmiş ve Batı modern sanatıyla sentezlediği külliyatının temelini oluşturan Japonya ve Çin kökenli mürekkep resmi tarzı olarak bilinen Sumi-e de dahil olmak üzere çeşitli grafik ve çizim tekniklerinde ustalaşmıştır. Ayrıca, yağlıboya tekniğine tamamen hâkim olan Karen Arakel, çok çabuk kuruması ve kusurları hemen belli etmesi sebebiyle uygulaması çok zor olan ahşap üzerine “tempera” tekniğinde de uzmanlaşmıştır.


Galeri 77

Hacımimi Mah. Necatibey Cad. Sakızcılar Sok. No:1/E,
Karaköy 34425 Beyoğlu, İstanbul, Türkiye

Sanat Okur

Türkiye'nin En Büyük Kültür Sanat Haber Portalı, Sanat Haberleri, Sergi Rehberi, Sanatçı Portfolyoları, Sanat Üzerine Söyleşiler

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Albena Baeva, Wasp City
Önceki

Albena Baeva’nın “Fire” Başlıklı Sergisi Collect Gallery’de!

Joseph K. - Mert Fırat, Didem Balçın, Onur Dilber, Özgün Aydın
Sonraki

DasDas, 7. Yaşını “Joseph K.” Oyunuyla Kutluyor!

Kaçırmayın!

Georg Baselitz (Photo: Christoph Schaller)

Nazizm ve Sanat: Georg Baselitz’in Dünyasına Yolculuk

Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi’nde (SSM), Akbank’ın desteğiyle devam eden
Joker

Hiçlik ve Çaresizliğin Zorlanan Sınırları; Arthur’un Ölümü, Joker’in Doğuşu

Hep sevilmiştir anti-kahramanlar, hep bir yönden haklı bulunmuştur yaptıkları her