“Şiir değil müzikhol, bir yaşam eleştirisidir.”
James Joyce
Bu yazı dizisinin başlığına “1” diye not düşmemin sebebi meramımı biraz uzun anlatacak olmamamdır. İlk bölümde düşüncemin ana omurgasını oluştururken devam yazsında ise örneklerle konuyu açıklamaya çalışacağım.
Animasyon sineması tarihsel süreçte birçok defa bir ideoloji inşası veya propaganda aracı olarak kullanılmıştır. Devrimin ardından Sovyetler birliğinde Dziga Vertov ve onun gibi avangard sinemacıların devrimi anlatmak için animasyon filmleri yapması veya Dünya Savaşı sonrası Japonya’nın modernleşmesine ve savaşın yıkımına karşı Hayo Miyazaki’nin sinemasıyla eleştirel bir şekilde durması önemli örneklerdendir. Bu örnekler animasyon sinemasının potansiyeline işaret etmekle birlikte, her üretim pratiğinde olduğu gibi bu yöntem de kayıtsız şartsız başarıya götürecek demek değildir. Başarısız örnekleri olduğu gibi geçmişte politik, devrimci, başarılı bir anlatım dili ile işlenen film tekniğinin başka bir zamanda aynı anlatım dili ile hiç politik olmadığı, aksine sistemle uzlaşı içinde bir üretimde olduğunu da görebiliriz. Hatta günümüzde uzlaşı sistemlerinin inşasında sıkça kullanıldığını görürüz. Sistem ile uzlaşı içinde olsun ya da olmasın animasyonun ideoloji inşasına etkisi yadsınamaz bir olgudur. Politik animasyon sinemasından örnekleri incelemeden önce şu soruyu yanıtlamak gerekir: Peki bir politik1 araç olarak animasyon sinemasının önemi nereden gelir? James Joyce’un “Şiir değil müzikhol, bir yaşam eleştirisidir.” Sözü eşliğinde bu konuyu açıklamaya çalışalım.
Savaşlar, devrimler ve darbeler, siyasal, iktisadi ve felsefi açıdan olduğu kadar kültürel ve sanatsal eksende de bir kırılma noktası yaratır. Bu durum tarihsel süreçte farklı disiplinler ve sistemlerde sıkça gözlemlenebilir. Paradigmadaki sallantı veya çöküşün ya sebepleri ya sonuçlarıdır bu noktalar. Genelde mevcut uzlaşı sistemindeki çatlaklardan sızarak ya da onları göstererek var olurlar. Bir eserin politikliğinden de büyük oranda bu işlevi sayesinde söz edebiliyoruz. Dünya Savaşı’nın yıkımından hemen sonra, kurumsallaşmış sanatın tüm değerlerine meydan okuyan Dada’nın mevcut uzlaşı sisteminde bir gedik açması, kültür ve sanat alanındaki en güzel örneklerden biridir. Paradigmanın, sistemin, erkin dayatmalarının insan üretimini daha avangard bir noktaya zorladığını görebiliriz. Walter Benjamin’in ‘Teknik Olarak Kopyalanabildiği Çağda Sanat Yapıtı’ makalesinde de çağımız için devrimci bir yere koyduğu sinema, burada önemli bir yere oturur. 2 Ama yine de resim, heykel gibi disiplinlerin zihinsel süreçten geçtiği gibi kısa bir yol çizemez. “Resim, heykel ve mimaride sanatçılar zamanı kendi sanatlarının ağırbaşlılığı içinde bir tür devinimsizlik biçiminde kullanır. Bu yapıtlar bir zaman anıtı gibidir, sanatçı zamanı yakalar ve dondurur.”3 Sinemanın diğer sanat türlerine göre temel farklarında biri de “filmde uzay ve zaman sınırlarının akıcı oluşudur. Uzay bir bakıma dünyasal, zamansa bir bakıma uzaysal niteliktedir”.4 Tekniği bağlamında oluşan bu zihinsel süreç, oyuncu, set vs. gibi elemanlar yüzünden kesintiye uğrar. Etki alanı çok daha geniş olmasına rağmen resim ve heykeldeki gibi nesne ve onun sistem kümesi ile olan ilişkisi direkt değildir. Burada kast edilen kesinlikle kolektif üretim değildir. Üretimin zihindeki toz bulutundan çıkıp dünyamıza geçerken yaşadığı erezyondur. Muğlaklığın kaybolup, sistemin sevdiği gibi netleşip bir çerçeve içine girmesidir. Hatta bu zihinsel süreçteki erezyonu önlemek için bazı sinemacılar klasik sinema anlatısındaki kronolojik zaman ve onun sorunları ile ilgilenmiştir.
Özellikle Henri Bergson’un zaman kuramından etkiyle, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra karşı çıkışlar başlamış ve çağdaş anlatı sineması adı verilen yeni bir sinema anlayışı ortaya çıkmıştır. Bergson’a göre insan, aynı anda hem geçmişi hem şimdiyi hem de geleceği yaşayabilmektedir. İnsan belleği geçmişi, şimdiki zamana ya da ana taşımaktadır. Geçmişin her an bellek içinde var olduğunu iddia ederek zamanın kronolojik yapısı kırılmaktadır. Eserin varoluş sürecindeki potansiyelini daha net ifade etmek adına yine Bergson’dan etkilenen Deleuze’ün “virtüel” kavramına bakabiliriz. Deleuze bunu edimsel kavramı ile yan yana kullanır. Edimselden önceki sis bulutudur. Var olduktan sonra da sis bulutu orada kalır. Virtüel kavramı bir sanallıktan ziyade belirlenmemiş bir potansiyellik hali ile ilişkilidir. Ancak potansiyelden de ötesini ima eden bir anlam taşıdığından, potansiyel demek yerine virtüel kavramı doğmuştur. Deleuze’ün “Bergsonculuk” (Le Bergsonisme, 1966) kitabının giriş kısmında Hakan Yücefer’in önsözü bölümünde virtüeli “Bir bestecinin kafasında henüz yazılmamış senfoni virtüeldir. Burada öngörülemez gerçek bir yaratım vardır” şeklinde açıklar.5 Bu bahsedilen virtüel bulutun ve ön görülemez yaratımın politiklik potansiyeli de oldukça yüksektir. Uzlaşı sistemlerinden kaçıp, yaratım potansiyelini taşıdığı ölçüde güçlü bir şekilde estetik ve politik6 olma durumundadır. Çünkü sistem toz bulutundaki yaratım muğlaklığından çok net olanı, tanımlı olanı, keskin olanı sever. Uzlaşı ve rıza sistemini kurabilmesi için bu netliğe ihtiyacı vardır. Muğlaklık ve muğlak yapıtlar sistemler içerisinde tehlikeli, öteki ve zapt edilmesi gerekendir. Bize bir üretimin politikliğinden bahsederken onun egemenin kurduğu uzlaşı sisteminin dışında olması gerektiğini söyleyen Fransız düşünür Jacques Ranciere, “dünyamızda hiç kimse, dikkatini çekmemize muhtaç olacak kadar dikkatsiz olmadığı için, bu mekanizma aslında kendi etrafında dönmekten başka bir şey yapmaz.”7 diyerek bu netlikten ve direkt ifadeden kaçmamız gerekliliğinin altını çizer.
Bergson’un gösterdiği yoldan ilerleyen sinemacılar kuramsal olarak başarılı olsalar da uyguladıkları teknik sebebiyle hala uzlaşı içinde bir üretim olma riskini taşırlar. Peki günümüzde hem bu erozyondan korunma hem de teknolojinin ilerleyen sürekli ilerleyen yapısıyla paralel ilerleyen, disiplinler arasılığı içinde barından üretim şekli nedir? Sinema ile ondan önceki disiplinler arasında köprü gibi olan ve eski üretim teknikleri ile daha yakın ilişkisi olan çizgi film ve animasyon sineması burada devreye girer. Animasyonun konumu klasik sinemaya göre çok daha muğlak zemindedir, tıpkı sanatın kendi zeminindeki muğlaklık gibi. Animasyonun bu muğlalığı koruma ihtimali daha yüksektir. İmajlar direkt doğadakinin aktarımı değildir. Zihin ile nesle arasındaki muğlak alanda şekillenir ve oluşur. Bilinçaltına ve hayal gücüne diğer tekniklere oranla daha fazla pay bırakır. Bu durumu izleyici kitlesindeki çocuk sayısının fazlalığından da okuyabiliriz.
Zihinsel süreçlerin aracısız direkt üretime geçmesi, üretimin mevcut sistem ile uzlaşı ilişkilerine girme olasılığını düşürür. Estetik ve politik eylemin yaklaştığı anlarda üreticilerin de bu yönteme başvurduklarını sıkça görebiliyoruz. Örneğin Gezi Parkı eylemlerinde protestocular tarafından direnişi ifade etme, anma ve anımsatma amacıyla yine bu zihinsel süreçlerdeki muğlaklığı koruyabilen bir üretim şekli olan şiir, çok defa kullanılmıştır. Devamında 2013 Eylül’ünde faaliyete geçen “Şiir Sokakta” isimli bir şiir hareketine ilham kaynağı olmuştur. En çok kullanılan dizeler ise genel karakteri direkt ideolojik mesajlardan çok daha çok insanın iç dünyasına dönük ve sürreal izler taşıyan İkinci Yeni akımından şairlerin dizeleri olması da dikkat çekicidir. 8 Tıpkı şiir gibi animasyon da insan zihninden çıkarken daha az erozyona uğrar. Dilin aktarımının şiir ile alabildiği ilksel ve yoğun potansiyelli form ihtimalini animasyon da imajları aktarırken taşır.
Animasyon sinemasındaki bu zihinsel süreçleri ve örnekleri incelemeden önce çizgi film ve animasyonun tarihine bakmakta fayda var. Bu işi ise yazının ikinci bölümünde gerçekleştireceğim.
1 – Bu yazıda “politik” kelimesinin anlamı günlük kullanımından ziyade Jacques Rancière’in işaret ettiği “uzlaşmaz” olma, mevcut uzlaşı sistemlerinden kaçma durumu anlamında kullanılmıştır. Ayrıca Bknz. Jacques Rancière, Uyuşmazlık: Politika ve Felsefe, çev. Hakkı Hünler (İzmir: Ara-lık yayınları, 2005)
2 – Ali Artun, Sanat ve Siyaset, İletişim yayınları s.91, 2014
3 – Carriere, Jean Claude. (t.y.), Sinemanın Gizli Dili. (Çev.) Simten Gündeş, İstanbul: Der Yayınları
4 – Hauser, Arnold. (1984), Sanatın Toplumsal Tarihi, (Çev.) Yıldız Gölönü, I. Basım, İstanbul: Remzi Kitapevi
5 – Bknz: Deleuze, Gilles (2014). Bergsonculuk, Çev. Hakan Yücefer, Otonom Yayınları, İstanbul
6 – Estetik ve politika kavramlarına bakarken J. Ranciere’in çizdiği hatta olduğumuzu tekrar hatırlatmakta fayda var. Ranciere bu iki kavramı yaklaştırarak özetle politik olmayanın estetik de olamayacağını belirtir. Uzlaşı sisteminden kaçılmadıkça bu iki kavramın etkin olamayacağından bahseder. Bknz: Jacques Ranciere, Estetiğin Huzursuzluğu, çev. Aziz Ufuk Kılıç, İletişim Yayınları, 2016
7 – Jacques Rancière, Özgürleşen Seyirci, çev. E. Burak Şaman (İstanbul: Metis yayınları, 2013) s. 65
8 – Bknz: Damla Yeşil, Sokaktaki şiir: OWS şiiri ve Turgut Uyar’ın dizeleri üzerine, Bilgi Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi, 2017